Transhümanizme Giriş – 2

, 7 Aralık 2012

Yazımızın ilk bölümünde “transhümanizm, bilim ve teknolojinin tüm imkânlarının transhuman kelimesi ile tanımlanan dönüşmüş bir insan için seferber edildiği bir sistemdir” demiştik. Bu dönüşümün bir safhasında robotik konusunun önemli bir rol oynayacağı önermesini yapalım ve yazımızın bu bölümünde önermemizin doğru olup olmadığını tespit etmeye çalışalım:

Robotlar sanayide, arama-kurtarma operasyonlarında, madenlerde, bomba imhası gibi insanların yaralanma veya hayatlarını kaybetme risklerinin olduğu sahalarda kullanılan elektromekanik düzeneklerdir. Günümüz robotlarının tümüyle otonom hareket ettiğini, verilen görevi insan müdahalesi olmaksızın yerine getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yukarıda bahsi geçen alanlarda kullanılan robotlar ya bir platform üzerinde sabitlenmiş ya da palet veya tekerlek mekanizmaları ile bütünleştirilerek yürür hale getirilmiştir. Bu türden bir robotun insan gibi iki ayaklı olmasını gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Ancak yapılan çalışmalar robotları dış görünüş olarak git gide bize benzetirken, biz de duygusal anlamda git gide robotlaşmaktayız, bu yakınsama sonunda kaçınılmaz olarak insan makine bütünleşmesi önümüze bir reçete olarak konacaktır. Transhümanizm bunun altyapısını her alanda planlı ve programlı bir biçimde hazırlamaya devam etmektedir.

Robotların sanayide kullanımına dair bir örnek

Tasavvufta râbıta olarak bilinen ve bağ anlamına gelen bir kavram vardır. Sevilene karşı muhabbeti sürekli kılabilmektir râbıta, muhabbetin sürekliliği ise alâkaya ve yakınlığa dönüşür. Yine muhabbetin yoğunluğu ile ilintili olarak zamanla sevilenin özellikleri sevende belirir öyle ki sevilen ne kadar çok hatırlanır, yâd edilirse muhabbet o denli artar. Sevilenin hâliyle hâllenme de diyebiliriz bu sürece. Râbıtaların kaynağı el-Vedud olan Allah’tır (C.C.). Velhasıl, el-Vedud sıfatı kâinatta tecelli etmeseydi robottan bir farkımız kalmazdı. Râbıta ve Robot ses olarak birbirine ne kadar yakın ama anlam olarak ne kadar da uzak iki kelime öyle değil mi?

Robot kelimesini ilk olarak Karel Čapek 1920 yılında kaleme aldığı R.U.R. (Rossum’s Universal Robots) adlı oyununda kullanmıştır. Bu oyun 1927 yılında Halit Fahri Ozansoy tarafından Âlemşümul Suni Adamlar Fabrikası olarak dilimize de çevrilmiştir. Robot kelimesi Çek dilinde çalışmak anlamına gelen robota’dan gelmektedir. Čapek oyununda okyanusun ortasındaki bir adada ucuz işgücü amacıyla robot üreten bir fabrika merkezinde gerçekleşen olayları anlatır. Robotlara bir ruh verme arzusunu oyunla ilgili anahtar kelimelerden biri olarak kabul edebiliriz.

Robotiğin öncüleri olarak Bağdatlı Beni Musa Kardeşleri gösterebiliriz. Dokuzuncu yüzyılın ortalarında kaleme aldıkları Kitab el-Hiyal  (Book of Ingenious Devices) adlı eserlerinde otomatik kontrolün ve mekaniğin öncü çalışmalarına rastlanır.  Robotik alanındaki en esaslı çalışmalar ise El Cezeri’ye aittir. (Uzun künyesi: Bediuzzaman Ebu’l-İzz İbn İsmail İbnü’r-Rezzaz) Cizreli bu bilim adamınızın 1206 yılında bir anlamda ilk programlanabilir otomatı yaptığı bilinmektedir. 13. yüzyıl başında ilk robotun Anadolu’da El-Cezeri tarafından yapıldığını bilmek insanı heyecanlandırmaktadır.

Elbette robotiğin temelini teşkil etmesi açısından Ctesibius, Philo ve en önemlisi Heron gibi bilim adamlarının milattan yaklaşık 250 yıl önce başlayıp milattan sonraki ilk yüzyıla kadar süren bir zaman dilimi içinde attıkları adımları da unutmamak gerekmektedir.

Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) devrinde yaşanan Altın Buzağı hadisesini hatırlayacak olursak, robotiğin temellerinin çok daha gerilerde aranması gerektiğini anlarız.

El Cezeri’den sonra göze çarpan ilk robotik uygulaması 1495 yılında Leonardo da Vinci’nin Mekanik Şövalyesidir. Çoğu kez gözden kaçan bir hadisedir ki, Leonardo da Vinci devrin Osmanlı Padişah’ı II. Beyazıd’a Istanbul’daki eserlerin projelerini yapmayı teklif eder. II. Beyazıd Han bu teklifi geri çevirir, zira kendi milli ve dini mimarimizin şekillenmesini istemektedir. İşte bu uzun ufuklu görüş ilerleyen yıllarda Mimar Sinan’ı ve muhteşem eserlerini doğuracaktır.

Robotlar kendilerini 1928 yılında W. H. Richards’ın çalışması ERIC ve 1939 yılında Westinghouse firmasının geliştirdiği ELEKTRO ile yeniden gösterirler. 1940’lardan sonra robotik konusundaki çalışmalar, yoğunluğu nedeniyle, burada kapsam dışı bırakılmıştır.

Sinema dünyasında ise robotik konusunu içeren ilk yapım –bildiğimiz kadarıyla– 1926 yılında gösterime girmiş olan Metropolis filmidir.

Robotiğin sinema dünyasındaki ilk örneği 1926 yapımı Metropolis

1926 yılından (Metropolis’ten) bu güne kadar çevrilmiş –içerisinde robotik/sibernetik unsurlar barındıran– filmlerin bir listesine internet üzerinden ulaşılabilir. Ama gelin hep beraber, kronolojik kaygı gütmeden ve ilave araştırmalar yapmadan hafızalarımızı biraz zorlayalım, robotik kapsamında neler hatırlıyoruz görelim:

1962 yapımı bir çizgi film olan Jetgiller’i (Jetsons), yaşadıkları geleceğin dünyasını ve hizmetçi robotları Rosie’yi hatırlıyoruz değil mi? Yakında mağazaların hizmetçi robotlar bölümlerinde göreceğimiz türden bir robot olan Kojiro’nun ( http://www.youtube.com/watch?v=UfPHYpR4jUs ) yüzünü biz 2004 yapımı “I, Robot” filmindeki robotlarınkine benzettik.

Jetgiller, hizmetçi robotları Rosie, hizmetçi robot Kojiro

Başrolünde Yul Brynner’in yer aldığı 1973 yapımı Westworld filmini yıllar önce TRT’de izlemiştik, konusunu hatırlayalım dilerseniz: Zengin tatilciler için tasarlanmış bir eğlence parkında istediğiniz insansı robotu (humanoid robot) istediğiniz amaçla kullanabileceğinizi hayal edin, hayalinize göre programlanmış bu robotlar size aradığınız mükemmel tatili sunacak olsunlar. İki tatilci bir vahşi batı macerası yaşamak isterler ancak bilgisayar programın çökmesi sonucu robot Gunslinger tatilcilerin korkulu rüyası olur.

Yul Brynner 1973 yapımı Westworld filminde robot Gunslinger rolünde

1974 yılında The Six Million Dollar Man, 1976 yılında The Bionic Woman dizileri gösterime girer ve 1978 yılına dek gösterimde kalırlar. Her iki dizi de biyonik iki kahramanın maceralarını konu edinir.

Biyonik Kadın ve Altı Milyon Dolarlık Adam

1978 yapımı Battlestar Galactica dizisinde insanların robot saylonlara (cylon) karşı verdikleri hayati mücadeleyi takip etmiştik. 1984 yılı yapımı Terminator (yok edici) ve 1987 yapımı RoboCop (robot polis) filmlerinin konularını sanırız çoğumuz biliyoruz.

Battlestar Galactica, Terminator ve RoboCop filmlerinden

Bir de RoboCop’un savaştığı ED-209 modelini hatırlayalım: Filmde, ED-209 uyuşturucu bağımlısı bir suçludan çıkartılmış beyin ve omurilik tarafından sevk ve idare edilen bir robottur.  Öte yandan doksanlı yıllardan hatırlayacağımız Ninja Kaplumbağalar çizgi filminde bir karakter vardı; Krang. Yapay bir bedeni sevk ve idare eden bir beyindi Krang. Yine doksanlı yıllar, birçoğu niteliksiz, bir dizi Cyborg filmleriyle de hatırlanabilir.

RoboCop filminden ED-209 ve onu sevk eden beyin, Ninja Kaplumbağalardan Krang

2001 yılı yapımı AI (Artificial Intelligence – Yapay Zekâ) filminde gerçek duyguları olan yapay çocuk David ile tanıştık, “annesi” Monica’ya karşı beslediği büyük sevgiyi gördük.

2001 yapımı AI -Artificial Intelligence- filminden David ve Gigolo Joe karakterleri1977 yapımı Star Wars filminden android C3PO ve robot R2D2

David’ten çok önceleri duyguları öğrenmeye çalışan bir androidimiz vardı değil mi? Star Trek serilerinden hatırlayacağımız “Data”. Yine Star Trek dizilerinde bizi Borg ırkı ile tanıştırmışlardı. Borglar sibernetik organizmalardı, kolektif bir şuura sahiptiler, küp biçiminde bir uzay araçları vardı, bu küp karşımıza bir bilgi deposu olarak Transformers (2007) filminde, bir labirent olarak Cube (1997) filminde de çıktı. 

Küpler: Star Trek, Transformers ve Cube filmlerinden

Konumuzdan çok uzaklaşmadan Borgların felsefesi neydi hatırlayalım: “yaşam kalitesini yükseltmek” (quality of life). Yaşam kalitesinin yükseltilmesinden anladıkları, Star Trek evrenindeki canlı organizmalara sibernetik implantlar vasıtasıyla müdahale etmekti. Kısacası bu canlıları, robotlaştırıyor, makineleştiriyorlardı, bundan da öte, onları ortak bir şuurun parçası kılıyorlardı. Tek bir şuur vardı ortada, bu amaçla bireysellik yok ediliyor, özgür irade ortadan kaldırılıyordu, işte bu asimilasyona onlar yaşam kalitesinin yükseltilmesi diyorlardı. Bu ortak şuurun merkezinde Borg Kraliçesi (Borg Queen) bulunuyordu. İnsan birey olmaktan çıkıyor, sürünün kendi varlığından habersiz ya da şöyle böyle haberdar bir üyesi oluyordu.

Star Trek dizisinden android Data ve Borg Kraliçesi, Mad Max filminden Master Blaster

Star Trek – Voyager serisi bizi yeni bir karakterle de tanıştırdı: Dokuzun yedisi (Seven of Nine). Seven of Nine asıl adı Annika Hansen olan bir insandır, vücudunun 18%’ i sibernetik implantlardan oluşmaktadır. Hayat hikâyesine kısaca göz atacak olursak, anne ve babası biyolojik evrim ve geleceğin evreninde yaşamın nasıl olacağına yönelik alanlarında araştırmalar yaparlarken Borglar konusunu ele almak isterler, aslında Borgların sunduğu bir nevi sonsuz hayat onları cezbetmektedir. Filmin bir sahnesinde altı yaşındaki kızları Annika’nın “Baba, Borg olunca canım acıyacak mı?” sorusuyla karşılaşırsınız. Sonunda Borglar’ı bulurlar ve onlar tarafından asimile edilirler. Annika daha sonraları Star Trek’in doktoru tarafından implantlarının büyük kısmından kurtarılacak ve gemi mürettebatına katılacaktır.

Seven of Nine önce ve sonra

O seride bir sahne vardır, Borg kraliçesi Data’ya “ben kaosa düzen getireceğim” (I’ll bring order to chaos) der. Order out of chaos – ordo ab chao. 

Tekrar edelim, Borglar ortak bir şuur ile hareket ediyor, bir görevi kolektif biçimde yerine getiriyor ve kendi aralarında bir şekilde haberleşiyorlardı.  Borglar aslında yazının birinci bölümünde söz ettiğimiz NBIC (nano, bio, info, cogno) ürünüydü. Peki, günümüzde Borgların bu kolektivizmini barındıran çalışmalar yapılıyor mu diyecek olursanız, birkaç örnek verebiliriz, bunlardan bir tanesi yapay zekânın karınca kolonilerini örnek aldığı bölümü. Buradaki felsefe karınca kolonisi optimizasyonu (ant colony optimization) olarak adlandırılıyor ki bu konuyu sürü zekâsı (swarm intelligence) kavramına genişletebiliriz. Diğer bir örnek sürü robotiği (swarm robotics) olarak gösterilebilir.

Bu noktada çizgi dünyadan birkaç örnek hatırlayalım:

2005 yılında Robots çizgi filminde canavarlaşan robotlara karşı etik değerleri olan robotlarla karşılaştık. 2008 yılında gösterime giren Wall-E’de robotların birbirlerine duydukları muhabbet gözlerimizi yaşarttı.

Robots, Wall-E

İki filmden daha söz etmek istiyoruz, 2009 yapımı Surrogates ve yine aynı yıla ait Gamer. Surrogates’te insanlar evlerinden kendi adlarına bir cyborg’u dışarıda dolaştırıyor, bu anlamda sevk ve idare ediyorken, Gamer filminde insanlara nanoteknolojik eklentiler yapılmış bir dönem anlatılmakta, öyle ki sizi başka birisi idare ediyor, Mad Max filmindeki Master Blaster’in evden (uzaktan) sevk edilenini düşünün…

2009 yılı yapımı Surrogates filminden bir sahne

2009 yılı yapımı Gamer filminden bir sahne, Kable karakteri bir genç tarafından sevk ediliyor

Avatar filminde atkuyruğu şeklindeki uzuvlar bir çeşit USB portu gibi kullanarak çevredeki nesnelere bağlantı yapılıyordu, değil mi? Bunun bir transhümanist simge olduğuna dikkatlerinizi çekmek istiyoruz.

Avatar filminden bir sahne

Yukarıda değindiğimiz transhümanist simge gibi birçoğu Avatar’dan onlarca yıl önce Star Trek serisinde bir neslin bilinçaltına gönderilmişti. Bu mesajları daha ilk Star Trek serisinde bile bulabilirdiniz örneğin mürettebattan bir kadın subay Kaptan Kirk’e “ben bir android vücut istiyorum, ölümsüzlük istiyorum, sonsuza dek yaşayacağım, hep genç ve güzel olacağım” diyordu. 1995 yılında başlayan Star Trek: Voyager serisinde birliğin uzay gemilerinden USS Voyager, 75000 ışık yılı uzağa, uzayın Delta Çeyreği olarak adlandırılan bölgesine sürüklenir. Bu bölgede Borglar baskın unsurdur. USS Voyager ekibi bir çıkış rotası belirler ancak bu sefer karşılarına ayrı bir tür çıkar; 8472 ırkı. Bu yeni tanıdıkları ırkı bertaraf etmek için Borg’larla birlik olurlar. Bu birlik sırasında biz izleyiciler nöro-alıcı/vericiler ile karşılaştık, bu cihaz iki canlının sinir sistemlerini birbirine bağlıyor, tek bir ortak şuur oluşturuyordu. 1960 yılında yapım hazırlıklarına başlanan 1966 yılında gösterime giren Star Trek (Uzay Yolu), yirmi yıl önce ortaya atılan transhümanist kavramları alt yapısında barındıran filmlerden biri olarak göze çarpmaktadır. Bu arada 2009’da Gelecek Başlıyor (The Future Begins) sloganıyla yeni bir Star Trek filmi gösterime girdi. Yönetmen tanıdık bir isim: J. J . Abrams. Öte yandan ismini vermeden geçemeyeceğimiz kişilerden biri de Eugene Wesley Roddenberry’dir; Star Trek’in arkasındaki ilk adam, Star Trek’in babası, külleri uzaya gönderilmiş bir hümanist…

8472 ırkı, Eugene Wesley Roddenberry ve J. J. Abrams

 

“Transhümanizme Giriş – 2” yazısına bir yanıt var

  1. Laughing Man demiş ki: ( 13 Aralık, 2017, 13:13)

    Ghost In The Shell’den bahsedilmemiş, çok ayıp 🙂 Esas odur başarılı transhümanizm ve gelecek yansıması.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.