Kıyamet Aşısı – 2

, 8 Şubat 2013

Ölümün İnkarı

İBRAHİM SAİD ÖZKUL – Bu oluş ve bozuluş aleminin hayat mucizesi, hayat hakikati de ancak ölümle ortaya çıkıyor. Bu bakımdan ölümün inkarı ve ölümü bu fani zeminde iptal etme davası, esasında hayatın manasını yok etme ve bunun da ötesinde hayatdar olan her şeyi canlı iken öldürme anlamı taşıyor. (Bu bakımdan ölmeden önce, ölüm hakikatinin tam idrak ederek ölmenin ve gerçek hayat kazanmanın da tam zıt kutbunu teşkil ediyor.) Bu iddianın mesnetsizliği veya yol açacağı belalar tartışılmadan önce ölümsüzlük dava etmenin (gerçek ölümsüzlük hakikatinin tersine çevrilmiş hayatsız kopyasının) hayatın anlamını zaten iptal ettiği, “niçin yaşıyoruz” sorusuna peşinen bir nevi insanî uluhiyet iddiasına, tefer’una uzanan üstü kapalı bir cevap verdiğini ifade etmek icap ediyor.

*

Ölümün hayata trajik bir derinlik kattığı doğru, ama ademle, yokluğa yuvarlanmakla noktalanan bir hayat kadar absürt, ıstırap verici, can yakıcı, cehennemi bir şey yoktur diyebiliriz. Belki de cehennemdeki en dehşet verici manzaralardan biri budur, ne yaşayan ne ölen, her kahr ile mahvoluşunda bu sefer yok olduğu endişesini taşıyan, bunu tekrar tekrar yaşayan ruhlar. Allah ben kulumun zannı üzerineyim diyor. Kişi kendi zannına göre bir ahiretle karşılaşır, cehenneminin odununu cennetinin tuğlasını buradan götürür.

*

Ölümü hayatı bir arada tutan sebeplerin (veya bunlardan birinin) ortadan kalkması olarak düşünmek yanılgısı, hayatı bu sebeplerin ortaya çıkardığı zannından kaynaklanıyor. Böyle bakınca ölüm ancak bir çürüme, bozulma, adeta failsiz bir inidam ve bu noktada (onu tecrübe edecek varlık zaten yok olduğu için) tecrübe edilmeyecek bir şey gibi anlaşılıyor (kendi kendi gerçekleşiyor adeta). Geniş dairelerde, küllide yaşam ve ölüm tabiat, onun acımasız yahut duyarsız kanunlarına havale edilirken, cüzide sebeplere tesir-i hakiki veriliyor. Ve bu materyalist, maddenin ötesini göremeyen ve gördüğü her şeyi de ona hamleden tek gözlü bakış, canlıyı “hayatta tutan” sebepleri sürdürerek (ya da bunlardaki aksaklıkları gidererek) bir nevi ölümsüzlüğe ulaşılabileceği iddiasını netice veriyor. Bu da tabiata ve canlının mahiyetine müdahale etme, kendi kaderini kendi tayin etme iddiasıyla kendi “evrimine” müdahale etme (evrimin direksiyonuna geçme), kendi kendini “baştan yaratma”, Tanrı’ya isyan edip, kendi kendine tanrılaşmaya çalışma anlamına geliyor. İnsanın genetik “programının” tekrar yazılması, robot-insan bütünleşmesi (insanın kendini modifiye edip organlarını daha üstün mekanik parçalarla değiştirip dönüşmesi, robotların insanlaşarak bir nevi hibritleşmeye gidilmesi vs.) Yani ölümün inkarı ve cismani ölümsüzlük arayışı da esasen ancak insan hakikatinin çözülmesi ve anlamsızlaştırılması ile mümkün olabiliyor.

Ne yapılırsa yapılsın bu zeminde, maddeye bağlı olarak ecel ve ölümden kurtulmak mümkün olamayacağını itiraf edercesine sanal aleme geçiş/upload ve kendini dijital olarak yedekleme gibi oldukça uçuk senaryolara doğru evriliyor yaklaşımlar. Çünkü sadece kabir kapısını kapatmak, bu mümkün olmasa da insana (artık bir sürü araform ve muhtemelen çeşit çeşit posthuman yaratık vardır gerçi insan değil, ama bu vaat insana yapılan vaattir, tıpkı şeytanın Adem aleyhisselama yaptığı gibi) ucu açık bir ömür sunmak değil, ihtiyarlığı ve hastalıkları da ortadan kaldırmak, acz ve fakrı da izale etmek gerekir. Yoksa bu şekilde yaşamın uzatılması ancak bir azap olabileceği hayvani seviyede bile anlaşılabilir. Bütün bu tartışmanın en acayip tarafı da hayatın anlamı ya da niye yaşıyoruz gibi soruların bu meselede sanki ikincil meseleler gibi sunulmasıdır. Bu da bütün meselenin kör bir yaşama ihtirasına ne kadar bağlı olduğunu göstermektedir.

Ölümün reddi, inkarı ve ölüme karşı açılan savaş, hayata ve insanlığa karşı açılmış bir savaş ve saldırıdır aslında. Günümüzde bazılarının açık açık ifade etme cüretinde bulunduğu gibi, Tanrı’ya karşı açılan bir savaştır. Zaten ölümü öldürüp hastalık ve ihtiyarlığı ortadan kaldırmak Tanrı’ya isyan olduğu gibi, kendince bir nevi tanrılık/rububiyet iddiası değil midir? (Nemrut’u hatırlayalım.) Kendi kendinin maliki/sahibi ve rabbi/tanrısı olma iddiasının bir nevi öngereksinimidir ölümü kaldırmak, yoksa küfür nazarında insan sönen bir çığlıktan başka ne olabilir. Ölümün öldürülmesi (Hz Yahya ve koç) bu dünyevi hayatın ucu açık bir şekilde uzatılması, sürdürülebilir olması insanın kendini dönüştürmesi, zaten böyle bir kategorinin evrimin bir basamağında takılı kalan kıytırık bir mahluk olduğu kanaatiyle beraber, transhumanist ajandanın da en önemli maddesidir. Bu bir nevi hayatsız hayata götürecektir bizi: Ölümsüz ve hayatsız bir yaşam diyelim buna, bir nevi uzatılmış sekerat, yaşama ihtirasıyla canavarlaşma (ama ancak bir üst dairedeki ölüme kadar tehir edilebilen bir ölüm).

*

İnsan kendi ölümünü inkar ederek, haşa, bir nevi uluhiyet, kendi acz ve fakrını inkar ederek de, haşa, bir nevi rububiyete kalkışıyor. İnsan ölmemek sevdasıyla kendi mahiyetini tağyir ve tahrip etmesi ancak insaniyetin anlamsızlaştığı (küfür diliyle insanın evrimin alt basamaklarında bir yer de takılmış süfli bir yaratık telakki edildiği) bir zeminde mümkün. Fıtratın bozulmasının (özellikle de neyin ne olduğunun dahi bilinmediği, mesela DNA’nın % 95’inin anlamsız (junk) kabul edilip, yine mesela beynin kahir ekseriyetini oluşturan glia hücrelerinin düne kadar zihni işleyişle alakasız zannedildiği bir zeminde neşet eden bu tağyir saplantısı ve sarhoşluğuyla) bizi nereye götüreceğini, Aldous Huxley’nin de işaret ettiği üzere bu değiştirici teknolojilerin muhtemelen belli oligarşiler tarafında kontrol altına alınmak isteneceği de düşünülürse, insanlığın başına ne türlü belalar açacağını tahmin etmek çok zor değil (O yüzden bu gelecek projeleri aynı anda hem cennet vadediyor hem de kıyamet senaryoları hazırlıyor). Daha da dramatik olan bunun salgın bir hastalık gibi gittikçe yaygınlaşması ve değişik edebi sahalardan medya aygıtlarına sıçrayarak, bunlar vasıtasıyla gittikçe toplumsallaşması, popüler kültürün insanların hayatlarının esas yörüngesini haline dönüştüğü, ve bu trendin giderek hızlandığı, gerçek hayatın yerini aktüalitenin aldığı bir zeminde çok daha büyük bir tehlike oluşturuyor olması. Cephelerin ciddi bir kısmı daha çetin savaş başlamadan düşmüş durumda. (Belki bu yazının okuyucusu burada bahsedilen meselelerin kendi zihninde çağrıştırdığı onca dizi-film, sembol-arketipin karşısına müspet anlamda hakikat-ı insaniye, hakikat-ı hayat adına ne koyabileceğini kendine sormalı. Yoksa zaten ifade edilen şeyler yine Batılıların yaptığı kalıplara dökülüyor.  Çünkü kendi hakikatlerine dilsiz insanlar, ister istemez başkalarının türkülerini söylüyor.)

*

İnsanın mahiyetinin değiştirilmesi davasının ben neyim, nereden geliyor, nereye gidiyorum gibi temel soruların baştan anlamsız kabul edilmesini gerektiğini, bunun ancak böyle bir anlayışsızlığın ürünü olabileceğini söylemiştik. Bu zeminde dahi bir ilerleme ve ölümsüzlük saplantısıyla kendi özünü değiştirmeyi esas amaç haline getirmek, kendi içinde bir gaye olarak değil ancak bir nevi sapkınlık olarak algılanabilir. Zaten bu tarz yaklaşımlar tedavi amaçlı genetik müdahaleler ya da sentetik organ üretimi gibi şeylerin çok ötesine orta vadede cyborglara, insan robot arası varlıklara dönüşmek, uzun vadede insanların bilinçlerini sanal aleme aktararak orada ebedi bir sahte cennet yaşatmak gibi projeler getiriyorlar. (Avatar filmindeki renkli alemde yaşamadığı için hayıflanan gençler, bu saçma ve fantastik görünen projelerin popüler-sosyal tabanda ne denli ciddi bir tesir icra edebileceğinin işaretlerini veriyor. Bu siber exodus’un günümüzde belli yönleriyle başlamış olduğunu söylebiliriz.)

Bu Promete özentisi  isyanla ölümü reddedip kendini ölümsüzleştirme tutkusunun, bir nevi ilahlaşma arzusu olarak (tahalluk bi ahlakillahın yani insan-ı  kamil olma yolunda tekemmülün tam zıddı olarak teşebbüh bi’l-vacib, Tanrı’ya benzemenin)  kadim kökenleri var (transhumanistler de Gılgamış’a kadar götürüyor bunu).

Aslında ölümü öldürmek ve zevali ortadan kaldırmaktan imkan planında bahsetmek de zaten mümkün değil. Siz dar dairede küçük çevrimi böyle yaratıklaşarak kırabilseniz bile bir üstteki çevrimin ya da onun üstündekinin (mesela maddi planda dünyanın, samanyolunun, kainatın) ölümlerinden kurtulamıyorsunuz. Buradaki iddianın esasen aczi ve fakrı insandan kaldırıp kabir kapısını kapatmak olduğu söylenebilir. Kabrin kapısı ancak insanın (toprak) bedenden tecerrüdü, genetiğinin dönüştürülmesi, kimyasal-hormonal (bu bağlamda nefsani-psikolojik) dengelerinin tekrar düzenlenmesi, tedrici olarak robotlaşıp beyninin yerini bilgisayar ciplerinin alması, yarı gerçek yarı sanal bir dünyada yaşaması, en nihayetinde bedeni bırakıp sanal aleme geçmesi ile mümkün olacak deniliyor. Yani, insan süflî toprağı bırakıp, ebedî ateşe dönüşecek, şeytanlaşacak.

İnsan ırkını genetik olarak daha rafine hale getirme, öjeni (eugenics) olarak ortaya atılmış, transhumanizmin de isim babası olan (Darwin’in kuzeni) Francis Galton tarafından savunulmuştur. Ne var ki insanî hakikat maddi nazarla bile tamamen nefsanî/hayvanî görülemez ve insan bunlara tercüme edilemeyecek vicdanî  yönüyle insandır, vicdan zekadan başka bir şeydir.  Bu bakımdan insanın  mahiyetini tağyir ve post-human idealler son derece anti-humanist yaklaşımlardır. Meselenin (Stephen Post gibi) Batı’daki tenkitçileri de bu zaviyeden eleştirmektedir mevzuyu.

Zaten ölümün olmadığı bir zeminde insan terakki edemez, hatta gittikçe büyüyen bir nefsanî tatminsizlik içinde giderek canavarlaşır. (Bu ölüm vaktinin gizli olmadığı durumda ömrün yarısının sefahet yarısının melankoli içinde geçirilmesiyle karşılaştırılabilir). Ebediyetin lezzetini ise ancak nefsaniyetinden sıyrıldığı ölçüde tadabilecektir. Nasıl hayvanlar yok olup ancak neven yaratılacaksa, insan (O’na bakmayan) hayvanî yönüyle yok olacak, hayvanî meshe uğramış latifeleri cehennemde celalî tecelliler ile açılacak ve ademî pisliklerden temizlenecektir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.