İman ve Hayatın İnkişafı

, 16 Mayıs 2013

İBRAHİM SAİD ÖZKUL – Hayatı fena ve zeval sathında ebedileştirmeye çalışmak, dünyayı cennete çevirmek kadar beyhude ve anlamsız bir ihtirasla insanın fıtratını bozma ve dünyayı herc ü merce verme gayretleri çağımızın önemli fitnelerinden biri, belki en büyük fitnenin bir mukaddimesi.

Oysa insan zaten ebedi olmak için yaratılıp ve dünyaya da cennete ehil olsun diye gönderilmedi mi? Fıtratının bütün boyutlarıyla bekayı arzulaması; değil dünyaya kainata dahi sığmayacak ümitlerinin, geçmişi ve geleceği kuşatan arzularının, beklentilerinin diliyle bunu söylemiyor mu? Dünya bütün can alıcı nimet ve güzelliklerinin ve bütün hayrette bırakan harikalarının birer birer soluşu ve batışıyla baktığımız her karede, elimizi uzattığımız her şeyde bunu göstermiyor mu?

Fakat, zulmedenler bilgisizce nefislerinin arzularına uydular. Allah’ın (bu şekilde) saptırdığı kimseleri kim doğru yola iletir? Onların hiçbir yardımcıları yoktur.
Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Rum, 29-30)

Ne yazık ki küstahlığı, Yaratıcısını reddedip kendince rububiyet davasına yeltenmesiyle ve fıtrat düşmanlığıyla zalim ve cahil insan, maksadının aksiyle tokat yemekte, kendi sonunu hazırlamaya (buna insanı aşıp posthuman olma da diyebilirsiniz) gayret ederken kendi cehennemine giden yola taş döşemektedir.

İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır. (Rum, 41)

Bu karanlık çağın hastalığı imansızlık ya da imanı hayata hayat yapamamak. Her şeyi tersine dönmüş insan, özellikle de günümüzün her yeri işgal eden medyası ve durmadan değişen teknolojisi ile iyice sersemleşmiş ve sarhoş olmuş, ebedi şeylerin yerine anlamsızlığının kat kat türevi alınmış anlık heveslerle vakit öldürmektedir. Adeta ömür sermayesini nereye çarçur edeceğini bilememekte, neyle oyalanıp eğleneceğini kestirememektedir. Şeytani oyuncakların, süfli eğlencelerin, süslü dünyeviliklerin, bir taraftan kendine hayran kalıp diğer taraftan kendini insanlara beğendirmek için helak etmenin; malını, iktidarını, itibarını, hayranlarını, takipçilerini artırma gayret ve çırpınışları içinde kavrulmakta, ama hala bu deniz suyuyla kanmaya çalışmakta. Ne büyük bir aldanmışlık!

Hayata iman nazarıyla bakmak ise her şeyi başkalaştırabilir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri 29. Lema’nın “Elhamdülillah”a dair ikinci babının altıncı noktasında kafir ve müminin hayata bakışını ve ondan istifadelerini (mealen) şöyle açıklıyor:

“Nur-u imana hamd olsun ki, dünya ve ahiret alemlerini, iman ziyasıyla inkişaf eden manevi ve ruhani latifelerinin farklı türleri ve çeşit çeşit zahiri ve batini hisleriyle, iman eliyle müminin istifade ettiği iki sofra suretine getirmiştir. Evet, dalalet nazarında, hayat sahiplerinin istifade dairesi daralarak sadece zevalleriyle onları yaralayıp üzen maddi lezzetler dairesine münhasır kalır.”

Evet tabiata saplanmış tek gözlüler, insanı ancak maddi, süfli ve hayvani yönlerinden ibaret kabul ettikleri gibi dünya hayatını bile ancak zahiriyle bilebiliyorlar.

Onlar dünya hayatının ancak dış yönünü bilirler. Ahiret konusunda ise tamamen gaflettedirler.
Onlar, kendi nefisleri(nin yaratılış incelikleri) hakkında hiç düşünmediler mi? Hem Allah, gökler ile yeri ve ikisi arasındakileri ancak hak ve hikmete uygun olarak ve belirli bir süre için yaratmıştır. Şüphesiz insanların birçoğu Rablerine kavuşacaklarını inkâr ediyorlar. (Rum, 7-8)

Ahireti ve Allah’ı inkar ederek kendi hakikatlerini de inkar ediyorlar ve mutlak manada kayboluyorlar.

Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir. (Haşr, 19)

İman ve kulluk bilinci ise sadece zahiri duyguların değil iç ihtisasların, bunların ötesinde kalbi ve ruhi hayatın farklı latifelerinin de hayatlanması demektir. Göz, ruhun marifet penceresine dönüştüğü gibi, insanın hayali de hakikate açılır; insan zikir aşkıyla manevi bir çağlayana dönüşüp ve ilahi nefahatin farklı dalga boylarını yakalayabilir. Zaman ve mekan kayıtlarının ötesine geçip Rabbini çok farklı marifet televvünleriyle tanır ve artık o nereye yönelirse O’nu bulur, ve hakiki zikir Allah’ın kulu zikrini netice verir.

Artık Beni anın, Ben de sizi anayım; Bana şükredin, nankörlük etmeyin.  (Bakara, 148-152)

Bediüzzaman bu inkişafı anlatmaya şöyle devam ediyor:

“Ve iman nuruyla istifade dairesi öyle genişler ki gökleri ve yeri, hatta dünya ve ahireti kuşatır. Çünkü mümin Güneş’i evindeki bir lamba, vazifesinde bir yoldaş, seferinde bir arkadaş gibi görür, Güneş Cenab-ı Hakk’ın nimetlerinden bir nimet olur. Ve kendisi için Güneş bir nimet olanın istifade dairesi ve nimet sofrası göklerden daha geniştir.

Evet Kuran-ı Mucizu’l-Beyan “Güneşi ve ayı sizin hizmetinize sundu”, “yer yüzündekileri emrinize amade kıldı” ayetlerinin belagatıyla imandan neşet eden şu harika ihsanlara işaret ediyor.”

İman kainatın aydınlatıp üzerinden karanlık cansızlık perdesini kaldırır, her şeyin ilahi esmanın tezahürleri olduğunu idrak eden insan için alemler hayatlanır, eşya ona ünsiyet kesbeder, Rabbinin emrindeki dostları haline gelir. Evet, güneş, ay, yıldızlar, gün ve gece adeta yeryüzü halifesinin emrinde, Rabbinin rahmet ve kudret eserlerinin farklı numulerini tezahür ettiren bu meşherde, kulun O’ndan gelip O’na giden seyrindeki yoldaşları olurlar. Kur’an-ı Kerim birçok ayetinde bu hakikatleri farklı şekillerde tasrif etmektedir.

(O öyle lütufkar) Allah’tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (yararlanmanız) için akıttı. O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır. (İbrahim, 32-33)

Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkanları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? Yine de, insanlar içinde, -bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken- Allah hakkında tartışan kimseler vardır. (Lokman, 20)

Evet, insanlar büyük bir nankörlük ve cüretkarlıkla uluhiyet ve rububiyet hakkında tartışmakta, hatta kendince bunlar üzerinde hak iddia etmektedir.

Kendilerine, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Şeytan, kendilerini cehennem azabına çağırıyor olsa da mı? (Lokman, 21)

Mumyalaşmış dogmalarından, Gılgamışlar’dan bugüne üstün insan arayışlarından, tanrıya brnzeme sevdalarından, içlerine sindirilmiş buzağı aşklarından, fezalara çıkıp rabbi bulma fantazilerinden, “biz de öldürür ve diriltiriz” iddialarından, bilim her şeye kadir “bunlar bize ilmimizden verildi” küstahlıklarından vazgeçmiyorlar. Şeytan gibi insanları cehenneme çağırıyor, kendilerince planlar yapıp takvimler oluşturarak, komplolar kurup yeryüzünü fesada vermeye çalışarak Allah’a çıkan yolları da tutmaya çalışıyorlar. Halbuki bu dünyada maddi ilerleme sanrısı (bütün bir insanlık tarihinin şahitlik ettiği gibi) çok mu çok aldatıcıdır. Maneviyata giden yollar nur karşısında tutuşup yok olacak maddi tuzaklarla kapanmaz.

Takdir-i Hüdâ kuvve-i bâzû ile dönmez,
Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez!

Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır. (Saff, 8)

“İman ve Hayatın İnkişafı” yazısına bir yanıt var

  1. Caner demiş ki: ( 18 Aralık, 2015, 0:01)

    Yazıyı okuduktan sonra okuduğum kitaba(sikke-i tasdiki gaybi) kaldığım yerden(Yirmi dokuzuncu âyetin sehvine dair tafsilât) devam ettim.Nitekim ”
    Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden -hâşâ hâşâ! -eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.” kısmını okuyunca gerçekten büyük bir kaosun içinde bulunduğumuzu ve çıkış yolunun Kuran’a ve onun nurlarına bağlı olduğuna şahit oldum.

    Onlar o kimseler ki dünya hayatını severler ahirete karşı Allah’ın yolundan çevirirler ve yolun eğrilmesini isterler işte bunlar uzak bir sapıklık içindedirler(14/3 İbrahim suresi).
    Allah sizden razı olsun

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.