Herşeyi Gören Göz ve “Biz”

, 10 Eylül 2014

Tarihte ilk fotoğraf 1826 yılında Fransız bilim adamı Joseph Nicéphore Niépce tarafından çekilmiş. Kısa zamanda bir hayli ilgi görüp yaygınlaşan bu “teknik” gelişimin olumsuz etkilerini ilk fark edenlerden biri Walter Benjamin’di. Yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden Walter Benjamin, teknik gelişmelerin insanların dünyayı algılama biçimini nasıl değiştirdiğine dair 1936 yılında kaleme aldığı “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri” başlıklı denemesinde şöyle ifade ediyor:

“Fotoğraf makinesi, izleyicinin anlamlandırma mekanizmasını durduracak denli etkileyici gizli ve geçici resimleri giderek daha iyi yakalayabilmek üzere, küçülüyor da küçülüyor. […] “Geleceğin cahilleri”, deniyor. “alfabeyi sökemeyenler değil, fotoğraf çekemeyenler olacak”. Ama kendi fotoğraflarını okuyamayan fotoğrafçıyı da cahil saymak gerekmez mi? Gerekçe, çekilen resmin en önemli unsuru olmayacak mı?”

Gerçekten de Benjamin’in dile getirdiği tehlikenin farkına uzunca bir süre varılmadı ve insanlık tekniğin ve niceliğin büyüsüne kapılıp fotoğrafı hayatın bir parçası haline getirdi anlam ve gerekçe gittikçe ortadan kalktı ve bununla birlikte ilk önce sanatın etkileyiciliği (aurası) bozuldu sonra da fotoğraf / gözetleme bir “politika” aracına dönüştü.

Fotoğrafın fotoğrafını çeken birinin fotoğrafı(!)

Fotoğrafın fotoğrafını çeken birinin fotoğrafı(!)

George Orwell 1949 yılında yazdığı, karanlık bir geleceği konu alan “1984” adlı romanında “gözetleme”nin hangi boyutlara varacağını korkutucu bir şekilde tasvir etmişti. Halbuki gerçekte olan bu romanda anlatılandan daha sinsice ve çok farklı gelişti. Romanın ön gördüğü 1984 yılından sadece 5 sene sonra ilk dijital kamera piyasaya çıktı, ses getiren bu gelişmeden 10 sene sonra fotoğraf çekme özelliği olan ilk “akıllı” telefon J-phone Japonya’da satışa sunuldu. Sonrasında tüketim çılgınlığına dönüştü ve kısa sürede cep telefonu üreticisi Nokia dünyanın en büyük fotoğraf makinesi üreticisi ünvanını aldı. Şu anda dünyada çekilen fotoğrafların hemen hemen yarısı bu akıllı telefonlar tarafından, yani “bizim” elimizle kayıt altına alınıyor. Peki bu noktada şu soruyu soralım; biz mi fotoğraf makinesinin gözünden dünyayı görüyoruz, yoksa o mu bizim gözümüzden görüyor?

 

Adeta üçüncü  bir gözümüz oldu

Adeta üçüncü bir gözümüz oldu

Oysa ki, nasıl da aldanıyorduk…

İblis dedi ki: “Ya Rabbî! Beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de dünyada onlara günahları süsleyeceğim ve senin ihlasa erdirdiğin kulların müstesna, onların hepsini azdıracağım” Hicr 39-40

2000 yılında bilgisayarlardaki “milenyum hatası – y2k” aslında bir şeyin farkına varmamızı sağlamıştı, gelişen teknoloji ile verileri dijital ortamda saklamaya çalışsak da gelişmelerin yol açtığı değişiklikler verilerin saklanma biçimini değiştirdiği için teorik olarak veriler uzun süreli saklanamıyor, sürekli yeni formatlarla birlikte eski verilerin yenilenmesi gerekiyordu. 2000’lerin sonunda hayatımıza sıkça girmeye başlayan “Bulut” kavramı teorik olarak bu sorunu çözüyordu, artık veri saklamanın, teknolojinin ilerlemesine engel olmadığı bir döneme girmiştik ve bu “anın yakalandığı” fotoğrafın gerçekten “sonsuza” kadar saklanabilmesi demekti.

"Bulut"ların arasından herşeyi gören masonik göz

“Bulut”ların arasından herşeyi gören masonik göz

İnternet ve sonrasında “Bulut” bilişim kavramı ile birlikte dijital olan herşey birbiri ile iletişime geçmeye başlamıştı. Bir anlamıyla bu oluşan dijital ortam tek büyük bir varlık olarak ele alınmaya başlandı. Ve bir yönüyle aynı Peygamber Efendimiz’in (sav) deccali tanımlarken bahsettiği gibi kördü bu varlık.

Resûllullah birgün Deccaldan söz açarak, “Şüphesiz, ben sizi, ona karşı uyarıyorum. Hiçbir peygamber yoktur ki, gönderildiği toplumu ona karşı uyarmamış olsun. Nitekim Hz. Nuh da (a.s.) kavmini ona karşı uyarmıştı. Ama ben size Deccal hakkında hiçbir peygamberin kavmine söylemediği bir söz söyleyeceğim. Haberiniz olsun ki, o kördür, Halbuki Allah asla kör değildir.”buyurmuşlardı.

Maalesef “biz” bu kör varlığın her saniye gören gözü olmaya devam ediyoruz. Örneğin “Bulut”ta yer alan ve 200 milyon kişiden fazla üyesi olan popüler fotoğraf paylaşım uygulaması Instagram’a hergün 60 milyondan fazla resim yükleniyor. 2014 yılında yüklenen “özçekim”(selfie) sayısı 1 trilyonu geçmiş durumda. Peki ne zararı var bunun?

"Özçekim" kavramını daha da yaygınlaştıran meşhur oscar gecesi özçekimi

“Özçekim” (Selfie) kavramını daha da yaygınlaştıran meşhur oscar gecesi özçekimi

Facebook israilli teknoloji firması face.com’u 2012 yılında satın alarak yüz tanımlama teknolojisine yatırım yapmaya başladı, özellikle son 1.5 yılda artan özçekimler sayesinde Facebook sistemini öyle geliştirmeyi başardı ki, FBI’den daha iyi bir yüz tanımlama sistemine sahip konuma geldi. Sayılarla ifade etmek gerekirse: bir insanın tanıdığı birinin farklı fotoğraflarında, bu kişinin yüzünü tanıma oranı %97.53 iken Facebook’un geliştirdiği sistem çok az bir hata payıyla %97.25’e kadar çıkarmış isabetli yüz tanıma özelliğini. Şu anda bu gelişmeler birbirinden ayrı olarak görülse de Yapay Genel Zeka (AGI) ile ilgili araştırmacıların ifade ettiği gibi Google çoktan bu yapının temelini attı, artık hergün biraz daha öğrenen kendini geliştiren bir yapı var karşımızda. Bu arada Google’ın da “Fotoğraflarda Beni Tanı” özelliğini hatırlatıp devam edelim.

Facebook yüz tanıma sistemi

Facebook yüz tanıma sistemi

Son olarak meselenin “biz”e bakan yönüne tekrar dönelim. Fotoğraf ile başlayan, özçekim ile devam eden süreçte zihinlerimizde farketmeden oluşan kavramlar neler.

İlk kavram “Sonsuzluk”; fotoğrafın en önemli kullanım amaçlarından biri “anı yakalamak” ve “saklamak”. Bundan hareketle ve yukarıda belirttiğimiz teknik özelliklerle birlikte insanda uyardığı “sonsuzluk” hissi, geçiciliğin / faniliğin bir şekilde durdurulması “Ölümsüzlük” teması ile birlikte düşünüldüğünde neden her yeni teknolojik icadın içinde mutlaka kamera olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Bir diğer kavram ise “Narsizm”. Aynı Yunan mitolojisindeki Narkissos’un sudan yansıyan kendi yüzüne aşık olması gibi özçekim furyası ile birlikte insanlar kendi suretlerinin dijital yansımalarına tutuldular. Bunun da çağrıştırdığı diğer kavram “Tanrı kompleksi” yani insanın kendini tanrılaştırması, “kendi suretine gayrın nazarı ile bakmaya” başlamak bunun ilk adımı olabilir.

Bu nazarın hakikatini, Bediüzzaman Said Nursi, şu teşbihinde çok güzel bir şekilde anlatmış:

“İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.” 11. Söz

“Biz”e düşen vazife teknolojinin sağladığı suni “göz”leri bir kenara bırakıp, bizlere tefekkür ve şükür için verilen bu muhteşem göz cihazının hakkını verip, her yerde O’nu görmeye çalışmak olmalı.

De ki: «O’dur ancak sizi yaratan, size dinleyecek kulak, görecek gözler, duyacak gönüller veren! Fakat sizler pek az şükrediyorsunuz!» MÜLK 23

“Herşeyi Gören Göz ve “Biz”” yazısına bir yanıt var

  1. Leyli demiş ki: ( 23 Ağustos, 2016, 2:18)

    An itibariyle instagram kapatma vesilesi oldunuz. Allah kabul etsin :)) Annem önce televizyona sonra bilgisayara sonra akıllı telefonlara deccal diyordu. Temiz yürekleriyle mi hissediyorlar ne 🙂 en sonunda onu da kendimize benzettik eline bir akıllı telefon tutuşturduk. Gidip güzel ellerinden öpüp anlatmak gerek şimdi haklıymışsın diye.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.