Teknoloji ve Toplum Mühendisliği
Misafir Yazarlar, 21 Ocak 2015ALİ MUSA ARSLAN – Çağların değişimine ayak uyduran her şey gibi teknoloji de tarihle, siyasetle ve insanın zayıflıklarıyla iç içe geçerek dönüşüm geçirmiş ve gelişmesini sürdürmektedir. Teknoloji Yunanca τέχνη (sanat, el becerisi) ve λογία (bilmek), sözcüklerinin birleşiminden oluşmuştur. İnsanoğlunun gereklerine uygun yardımcı alet ve araçların yapılması ya da üretilmesi için gerekli bilgi ve yetenektir. Ancak son 200 yıldan beri teknolojiden anladığımız eski anlamından farklıdır. Kadim manasıyla teknoloji insanların elleriyle yaptıkları ve işlerini kolaylaştırmak için kullandıkları aletler ve onların gelişimiydi. Günümüzde ise durum çok farklıdır. Kendi ellerimizle ürettiğimiz kısmı değişmemekle beraber ellerimizle ürettiğimizin anlayamayacağımız kadar karmaşıklaşması söz konusudur. Bu da bizim ürettiğimiz şeyin hayatımızı yönlendirmesine izin vermemize sebep olmaktadır. Mesela insanlar sosyal medyayı gezip gördükleri yerleri insanlarla paylaşma aracı olarak kullanmak yerine sosyal medyada paylaşmak için bir yerler gezmeye başlamışlardır. Sonuca dışarıdan bakarsak ikisinde de aynı şeyler yapılmıştır fakat amacın farklılığı insanın kazanımlarına da etki edecektir. Bu iki örnekteki insan aynı şeyleri hissetmiş öğrenmiş olamazlar, birindeki esas amaç gezmek görmek iken diğerinde sosyal medyada paylaşabileceği malzeme üretmektir ve esas amaçları doğrultusunda kazanımları olacaktır. Postman’ın televizyon öldüren eğlence adlı kitabındaki bir tespiti televizyonun her şeyden önce altın bir inekten çok daha cazip bir oyma put biçimi olmasıdır. Buna artık interneti de ekleyebiliriz. Hayatımızı nerdeyse bunların ekseninde planlamaktayız ve bu gün geçtikçe daha da artmakta, kimse neden böyle olduğunu sorgulamadan bu girdaba kendini kaptırıyor.
Amerikan sosyolog Harvey Sacks 1968’de “Muhteşem iletişim aletlerini devreye sokabilsek dünyanın dönüşeceğine inanıyorduk,” diyordu. Sacks telefonu örnek veriyor. Scientific American dergisinin 1880’deki bir sayısının başyazısında bu durumun toplumun yeni bir örgütlenmesini müjdelediğinden söz ediliyordu. Fakat bir görüşe göre ortaya çıkan şey “toplumun yeni bir örgütlenmesi”nden ziyade, mevcut insan davranışının yeni kalıplara dökülmesinden başka bir şey değildi. Yeni teknoloji bir gecede devrim yapmadı. Tersine yenilikleri mevcut normlara sığdırmak için büyük bir çaba gerektiriyordu. Örneğin telefonla ilgili ilk tartışmalar sosyal devrim hakkında değil, olayın ahlaki boyutuyla ilgiliydi. Görmediğiniz insanlarla konuşmak yuvanın kutsallığı bakımından ne gibi sonuçlar doğuracaktı? Uygunsuz giysilerle dolaşırken telefonda konuşmak utanılacak bir durum muydu? 19. yüzyılda telefon sahibi olanlar açısından günlük endişeler bunlardı ve telefon şirketleri de abonelerinin bu endişelerini gidermeye çalışıyordu. Bunlara karşın meseleye bu kadar günlük sorunlardan bakmak büyük resmi görmeye engel olacaktır. Çünkü bunun toplumda ne büyük değişikliklere yol açtığını, yaşam tarzımızı nasıl değiştirdiğini rahatlıkla görebiliriz. Neil Postman “Çocukluğun Yokoluşu”, “Televizyon Öldüren Eğlence” “Teknopoli” gibi eserlerinde bu değişimi detaylarıyla anlatmaktadır. Örneğin Postman’a göre çocukluk, biyolojik değil sosyal bir sınıflandırmayla ortaya çıkan bir kategori. Sosyal ve teknolojik ilerlemeler doğrultusunda toplumda yerleşen özellikle üç kavram, çocuğun yetişkinden giderek ayırt edilmesini sağlamış. Bu üç kavram okur-yazarlık, eğitim ve utanma duygusu. Özellikle matbaanın icadı ile okur-yazar yetişkin nosyonu ortaya çıktı; çocuk ile yetişkin arasındaki ilk büyük ayrım böylece ortaya çıktı. Matbaanın icadıyla değişen en önemli olgu bilgi akış şeklinin değişmiş olması. Bugün nasıl internetin icadıyla bilgi akışında yeni bir çağ açılmış ise o gün de yeni bir çağ açılmış oldu. Elbette nasıl biz şu an sosyal medyanın bu kadar gelişmesinin doğuracağı sonuçları öngöremiyorsak o zaman da matbaanın etkileri hemen idrak edilememiş olabilir ancak pratikte aile yapısı çok değişti.
Televizyon ve ardından internetle çocukluk kaybolmaya yüz tutmuştur buna da büyük oranda bilgiye erişimin sınırlarının ortadan kalkması neden olmuştur. Televizyonla birlikte bilgi hiyerarşisi yani büyüklerin bildiklerini çocukların henüz bilmemesi(örneğin cinsellik) çökmüştür. Ayrıca televizyonla ilgili en safça yanlıgılardan biri de tv de çeşitli kitlelere hitap eden programların bulunabileceğidir demektedir Postman. TV analitik bir çözümleme değil yalnızca anlık örüntü tanımlama gerektirir. Yani anlayış değil algılayış gerektirir, hiç bir özellik gerektirmediği gibi hiç bir özellik de katamaz. Zaten bu sebepten TV de çocuk programcılığı diye bir şey olamayacağından bahsetmekte Postman. TV deki her şey herkes içindir. Aleni bilgiyle özel bilgi arasındaki ayrım kalkmıştır. Günümüz gençliği geçmişteki hiç bir gençliğin sahip olmadığı kadar bilgiye sahipler. Bu da sosyal hiyerarşik düzeni alt üst etmiştir. Sınırlar kalkmaya başlamıştır. Çocuklar ile yetişkinler arasındaki çizgi bulanıklaşmıştır. Yemek tarzları, giyim tarzları hatta oyunlara bakış tarzları bile benzemeye başlamıştır. Önceden var olan ve sadece oyun oynamak amacıyla yapılanlar artık hakemler eşliğinde büyüklerin seyirciliğinde tıpkı büyüklerin yaptıkları gibi yapılmaktadır. Çocuklarla büyükler aynı şeylerle eğleniyor. Facebook, twitter, selfieler aynı şekilde 7den 70 e kullanılıyor. Eskiden büyüklerde olan oturaklılık olgunluk artık yok, küçüklerle aynı işleri yapmaları, küçüklerin gözünde büyük algısını yok etti. Hatta büyüklerden daha başarılı kullandıkları için kendilerini büyüklerden üstün görmeye başladılar, muhtemelen yeni nesildeki artan küstahlık da buradan kaynaklanmakta.
Bir kültür modern teknolojiye kendi geleceğini kontrol yetkisini vererek hem varolan insani değerlerini koruyup hem de yenilerini oluşturabilir mi? İki farklı gelecek distopya kurgusunun yazarları G.Orwell ve A. Huxley’nin cevapları hayırdır. Ayrıca Lewis Mumford’dan Jacques Ellul’e teknolojinin etkileri üzerine kafa yoran insanların cevapları da hayırdır. 20. yy teknolojisinin şoku beyinlerimizi uyuşturdu ve biz teknolojinin sebep olduğu ruhsal ve sosyal çöküntüyü daha yeni fark etmeye başladık, demektedir Postman. Bunları daha nerdeyse internet yokken söylemiştir. Ve bunları fark etmeye başladığımıza göre hala bir kurtuluş yolunun bulunabileceğinden ümitlidir fakat hala insanlık bu konuda ümit vadeden bir adım atmamıştır.
Nicholas Carr’ın “İnternet Bizi Aptal Mı Yapıyor” adlı kitabında incelediği üzere günümüz teknolojisi sadece soyut olarak bizi etkilemiyor, aynı zamanda beynimizin yapısını değiştiriyor; öğrenme sürecimiz, konsantrasyonumuz, tepkilerimiz farklılaşmakta. Carr’a göre hepimiz günde küçük küçük pek çok şey okumaktayız belki toplasanız yüzlerce sayfa edebilir ama internet ve türevlerinden uzaklaşılmadığı müddetçe artık bir kitaptan yüzlerce sayfa okuyabilmemize imkan kalmamıştır. On sayfa okuduktan sonra elimiz telefonumuza gidecek önce mailleri kontrol edeceğiz, sonra yeni neler var diye sosyal medyaya dalacağız oradan da başka yerlere. Yani basılı kitapların yeknesaklığı ve okuyucunun dikkatini üzerine toplama özelliği kayboluyor, iPad gibi aygıtların yüksek teknolojik özellikleri, bizi e-kitap okumaya yöneltebilir. Ama bizim bu kitapları okuma yöntemimiz basılı versiyonlarından farklı olacaktır. Hızlı ve çabuk değişen oyalayıcılara duyduğumuz arzu, internetin icadıyla başlamadı. İş ve ev yaşamımızın hızlandığı, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının bizleri program, mesaj ve reklam bombardımanına tabi tuttuğu onlarca yıl boyunca da durum böyleydi. Michael Merzenich, kendisiyle 2005 yılında yapılan bir mülakatta internetin zihinsel yapımızda sadece mütevazi değil köklü değişikliklere neden olduğunu açıklar. 2008 yılında bir blog yazısında ise “Kültür, beynimizi kullanma yöntemlerimizi değiştirerek, farklı beyinler oluşturur.” diyor. Bu araçların yoğun kullanımının nörolojik sonuçları olacağından bahsetmektedir. Kısacası internetle beraber yeni beceriler ve bakış açıları kazanırken, eskilerini kaybediyoruz. Bir bulmaca çözerken kitap okumayı deneyin, işte internetin oluşturduğu entelektüel ortam tam olarak budur.
David Levy Scrolling Forward’da 1970lerde Xerox’un Palo Alto Araştırma Merkezinde(PARC) katıldığı bir toplantıyı anlatıyor. Bir grup bilgisayar bilimcisi çoklu görevleri kolaylaştıran yeni bir işletim sisteminin tanıtımı için PARC’a davet edilmişti. Aynı anda tek işlem yapabilen geleneksel işletim sistemlerinin aksine yeni sistem ekranı bir çok parçaya ayırıyor ve her bir pencerede farklı bir program işletilebiliyor veya farklı bir belge gösterilebiliyordu. Bir grup insan bunu olumlu karşılarken, farklı düşünenler de vardı onlar “İnsan bir işle uğraşırken, neden bir e-posta(veya başka bir şey) ile rahatsız edilmeyi ve dikkatinin dağıtılmasını istesin ki!” diye itiraz ettiler. Bu olay şimdi kişisel bilgisayarlarımızda doğal kabul ettiğimiz özelliklerden bir çoğunun tasarlandığı bir dönemde cereyan etmiştir. Ama bu soru yine de kırk beş yıl önceki kadar hayati bir öneme sahiptir. Carr bu durumu şöyle özetlemekte: “Bilgisayarı nasıl kullanacağımıza ilişkin, bilinçli ya da bilinçsiz olarak yaptığımız tercihler sonucu, tek bir şeye odaklanma üzerine kurulu entelektüel geleneği, yani kitapların bize sunduğu etiği reddettik. Gönlümüzü, oradan oraya atlayan hokkabaza kaptırdık.” Kaptırdık ve Huxley’in yolundan bir distopyaya hızla yol almaktayız. Kültürü Google’ın “dünyanın bilgisi” olarak tanımladıklarının toplamına sığdırmaya çalışıyoruz. Ancak kültür ikili kodlamaya indirgenip internete yüklenebilecek şeylerden de fazlasıdır. Kültürün ayakta kalabilmesi için her bir kuşağın üyelerinin akıllarında yenilenmesi gerekir. Oysa biz hafızalarımızı hızla dışarıya devretmeye çalışıyoruz. Şunu unutmamak gerekir ki hafıza dışarıya devredilirse, kültür kuruyup yok olur. Evet yeni teknolojik gelişmelerle karşılaştığımızda etkilerini hemen göremiyoruz, hatta faydaları daha hızlı karşımıza çıktığı için onu bir melek gibi görüp hiç bir eksiği olamayacağını düşünüyoruz, yani teknolojiye tek gözle bakıyoruz. Şu bir gerçek ki teknolojinin toplum üzerinde uzun vadede çok ciddi etkileri oluyor, insanlığı değiştirmede öncül rol üstleniyor. Peki teknoloji canavar mı? Bu da bir daha ki yazının konusu olsun.
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017