Tartışmalı Varsayımlar ve Aceleci Çıkarımlar
Misafir Yazarlar, 11 Haziran 2015MEHMET POLAT – Bir önceki yazıda bilimin mahiyetinden ve sınırlarından bahsetmiştik. Bu yazıda bilimin üzerinde kurulabileceği ve gözlemsel olmayan inanışların üzerinden örnekler vereceğiz.
Yeni gelişmelerin ve insanlığın yeni zihin yapısının köşe başlarını tutmak isteyen zihniyetin izlerini özellikle yeni pop kültürü oluşturan araçlarda rahatlıkla bulmak mümkün. Şimdilik bahsetmek istediğim örnek “Technocalyps” isimli üç bölümlük belgesel serisi.
İlk belirtmek istediğim şey şu: Birçok konuda bu tür belgesellerde görünen ve bu işlerde başı çeken adamlarla kafa yapısı olarak -sanıyorum ki- çok ortaklığım var. Bahsettikleri hiçbir şey benim için yeni değil. Bunu popüler kültürdeki yansımalarında gördüğüm için söylemiyorum. O yansımaları orijinalinden çıkaracak kadar (hatta bunu yanlışlıkla yapacak kadar) bilgi sahibiyim.
Bunu yazmamın sebebi, bugün bilimle ve diğer illüzyon araçları ile dikte edilen bakış açısından haberdar olduğumu ve hatta bir miktar da tesirinde olduğumu anlatmak. Bu kadar yaradan sonra eğer bir cevap beni ikna edebiliyorsa bir çok insana da faydalı olabilecektir diyebilirim.
Ayrıca bilimin asıl mahiyetinin hiç de gizli olmadığını ve bu tip belgesellerde çıkan bilim insanlarının da bundan haberdar olması gerektiğini düşünürsek (bir kısmının haberdar olmaması ve aldanıyor olması son derece muhtemeldir) çıkarılan aceleci sonuçların en iyi ihtimalle samimiyetten uzak olduğunu söyleyebiliriz. En kötü ihtimal ise bu kişilerin, inançları ve her türlü madde üstü niteliği yok etmek için şeytanlar ile birebir iş birliği yaptığıdır.
Dünyayı -bilerek ya da bilmeyerek- şeytanın isteyeceği bir şekilde değiştirmek isteyen insanların bakış açılarıyla bizim bakış açımızın en temel noktada (ki bilimsel alanda bu noktalar birer postülattan ileri gitmez) ne kadar farklı olduğunu ve onların gerçekliklerine onların bakış açıları içinden cevap vermeye çalışmanın ne kadar abes olacağını belirtmemiz gerek. Ampirik ve indirgemeci bir bakış açısını bütünüyle benimsemiş bir insan, (ki gerçekte bunun mümkün olduğunu düşünmüyorum) gerçekliği de bu bakış açısı yüzünden zaten kırpmış olacaktır. Bu hasarı geri almanın bir numaralı kuralı gözlemsel alanın dışının olduğunun görülmesi ve nitelik kavramının fark edilmesidir.
Bunları söyledikten sonra girişte bahsettiğim bilimsel mantığın anlaşılmasındaki sorunlar üzerine Technocalyps belgeselin ilk kısmını değerlendirerek şu sonuçlara ulaşabiliriz.
İlk dikkatimi çeken şey bu meseleyi destekleyen adamların kendi temel aksiyomlarını gizliyor olmaları. Direk sonuca gidiyorlar ve bu, bağnazca olan varsayımlarından başka bir ihtimal yokmuş gibi görünmesini sağlıyor. Hatta bazılarının (belki birçoğunun) başlangıçta yaptıkları bu varsayımdan haberleri bile yok.
Bu varsayımların ilki, varlığa bakıştaki indirgemeci tutumları.
İnsan gibi görünüşte küçük bir varlıktan tüm yaratılışa ait bir şeyler çıkarabilen tümevarım mantığı değil bahsettiğim. Maddenin en küçük boyutta geçerli olan kanunlarıyla başka her şeyin açıklanabileceği yaklaşımı. (ki bunun tutarlı yanları olabilir) Bunun da ötesinde maddenin bu en küçük yapı taşının başka her şeyi oluşturuyor ve bir nevi hükmediyor olduğu yaklaşımı. Yani her şeyin müsebbibinin bu parçalar olması inancı. Nedensellikten bahsederken sürekli en küçük parçaya gitme eğilimi. Bu mantık her şeyin bilimle açıklanabileceği mantığıyla paralel. Çünkü, her şeyi “bilimin açıklama iddiasında olduğu alanın” farklı karmaşıklık seviyelerindeki alt kollarına dönüştürüyor. Üstadın bahsettiği bir mesele olan bu ikinci kısmı ben çok geç fark ettim.
İndirgemeci varsayıma bu kadar güçlü bir şekilde inanmak için rasyonel alanda bile hiçbir sebep yok. Küçük parçaları incelerken dahi anlamaya çalıştığımız şeyler, (parçaların hareketlerini tutarlı yapan şeyler) daha üst bir alanda işleyen ilkeler. İcat yapan bir adam aslında bu küçük parçaya iş yaptırarak değil parçaların davranışıyla gözlemlediği ilkeyi farklı bir alana uygulayarak yapıyor. Bu açıdan müsebbibin parça değil genel geçer ilkenin oluşturduğu patern olduğu rahatlıkla söyleyebilir. Yani parçaları gözlemlememiz inceldikçe (küçüğe indikçe) yalnızca ilkenin paternini daha ayrıntılı görüyoruz desek buna kimse karşı çıkamaz. Bilimde bu gün de bu ilkeleri kanun olarak isimlendiriyoruz. Nedensel olarak tümdengelimci yaklaşımı bu şekilde benimsediğimizde, her şeyin bir Müsebbib-ül Esbâb’a dayanması gerekiyor olduğunu ve bir emrin farklı perdelerdeki yansımaları olduğunu söylemek de tutarlı olacaktır ve bu mantığın zıddına işleyen herhangi bir kanıt yoktur..
Özetle nedensellik açısından ele alacak olursak, ilkelerin mi maddedeki hareketi sağladığı yoksa maddenin mi bu ilkeleri oluşturduğu sorusu tamamen atlanıyor. Bu soru bahsedilen fikirlerin en temelinde tartışılması gereken bir konudur ve gözlem araçları nedenselliğe tabii oldukları için kesin cevap içeremezler. Şuurun maddeye indirgenebilir olup olmadığı sorusunu tamamıyla atlıyor olmaları da aynı mantığın farklı bir yansımasıdır. İndirgemede ciddi nitelik kayıpları olduğu tartışılabilir bir konudur.
İkinci varsayım ise maddi alanın ötesinde hiçbir şey olmadığı ve varsa da o maddi alana indirgenebilecek veya rahatlıkla yok sayılabilecek olması. Bu fikir yakın diyebileceğimiz bir tarihte geleneksel diyebileceğimiz bakış açısından hümanizm gibi akımların ortaya çıkmasıyla zamanla ayrılıp materyalizme dönüşerek evrilmiş. Kendi şuurunu yok sayan adamların türemesi bu inanışla ortaya çıkmış gibi görünüyor. İnsan beyni ile aynı şekilde tasarlanmış bir elektriksel devrenin yalnızca sahte bir taklitten ibaret olması gerekeceğinin görülememesinin sebebi de bu.
Şuur dediğimiz alanı maddeden daha üst gerçeklerin yansıdığı bir perde olarak görmek buradaki farklı yaklaşımlardan biridir. Bu bakış açısına göre şuurda yansıması olan hiçbir şeye tamamen maddidir dememiz mümkün değildir. Şuurda yansıyabiliyorsa (algılayabiliyorsak) manevi bir karşılığının da bulundurması gerekmektedir. Yani maddi-manevi ayrımı yapmak mümkün değildir ve hiçbir şeye tamamen maddidir diyemeyiz. (Çok daha büyük bir meseleyi fazla indirgemek olabileceğinden korktuğum bir yaklaşım olsa da basit bir anlayış sunduğu için kullanmayı uygun buluyorum.)
Bu bakış açısı varlığı katmanlara ayırıyor ve her türlü katmanda bir şey anlaşılabilmesi insanda daha önceden verilmiş bir takım cihazların kullanımını gerektiriyor.
Bunu örneklendirmeden önce şunu yazmak istiyorum. Rene Guenon’un “Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri” kitabında dualite ve dualizmin farkını anlatırken zıtlıkların bir üst düzeyde bütünleyiciliğe dönüşüyor olduğundan bahsediyor. Varlığı bu şekilde katmanlardan (Ya da perdelerden) oluşuyor olarak görmek bu bakış açısına göre de isabetli oluyor. Bu kısmı örneklendirmek istersek daha isabetli bir hal aldığını göreceğiz. Mesela, ışık ve karanlık gibi iki olgu üzerinden gittiğimiz zaman biri diğerinin tam zıttı gibi görünen bu iki olgu bir üst alan olarak nitelendirebileceğimiz şuurda görmek başlığı altında bir algının çalışması için gerekli iki parçaya dönüşmüş oluyor. Bunu da ötesinde idrak bu iki olgunun görünürdeki zıtlığından neşet ediyor. Işık- karanlık olgularını nur-zulumat olarak da adlandırabileceğimiz gibi varlık, yokluk veya iyilik- kötülük hayır-şer diye de çeşitlendirebiliriz. Alt düzeyde bu zıtlığın olmaması, üst düzeyde bu alandaki idrak’in yokluğuna ve daha da büyük bir “yokluğa” ve “kötüye” hizmet etmiş olacağından fiil düzeyinde kötülüğün yaratılmış olması şer olmuyor. Bu açıdan da rahatlıkla görebiliriz ki kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir. Kesb fiil alanındadır, halk ise bütün üstün olan alanlarla birlikte her şeyi kapsar.
Yine Allah’ın tanınmasının basamaklarına bakıldığında da bu katmanları görebilmekteyiz. fiiller, isimler, sıfatlar ve şuunat.
Bu konuda elimdeki az bilgiyle yapabildiğim sıralama şöyle:
Fiiller maddi alanda olan ve nispeten matematik gibi niceliksel ve maddi araçlarla hesaplanabilir ve anlaşılabilir yanları var. İnsan’ın, akl-ı meaş ile rahatlıkla görebileceği parçalardan oluşuyor.
Bir üst alanda isimler var. Bu insan’ın yaratılışı ile ilgili insan’da bir nevi “hardcoded” olan kısım. Buna insani alan diyebiliriz. Şuurla alakalı. Akl-ı meat burada devreye giriyor.
Sıfatlar dediğimiz kısım ise bu isimleri de niteliyor. Bu kısım idrakla alakalı diyebiliriz. Akl-ı meat’ın sınırı burada bir yerde olabilir diye düşünüyorum.
Şuunat ise daha da ötede irade gibi insanın anlayışını aşan olgularla ve büyük ihtimalle benim hiçbir fikrim olmayan çok daha ötesinde şeylerle alakalı olabilir. Bu kısım aklın herhangi bir şekilde anlayabileceği bir kısım değildir.
Zat kısmı ile ilgili bir şeyler yazmam herhalde büyük edepsizlik olacaktır.
Şimdilik öylesine yazılmış olmasıyla birlikte bu katmanlı bakış açısı tasavvuftaki “yetmiş bin perde” gibi şeylerle şuur ve algı arasında en azında ilk seviyede anlaşılır bağlantılar kurabiliyor olduğu için anlaşılabilir bir bakış açısı olabileceğini düşünüyorum
Bu tip birkaç bakış açısını gözden geçirdiğimizde aslında madde üstü insani olguların (şuur ve isimler (kelimeler) gibi) ve insanın da ötesine giden bir çok şeyin (hayır, şer, idrak ve irade gibi) günlük hayatta dahi şiddet-i zuhurundan görünmeyecek kadar ortada olduğunu bir miktar fark edebiliyoruz. İnsan eğer insan olduğunun bilincinde olursa ve aklı uyuşmamış olursa sırf kendi şuurunun varlığından maddenin ötesinde anlamlar olduğunu görebilir. Varlığı maddeden müteşekkil olarak görmeye çalışan bir insan bu olguların tamamını reddetmeye mahkumdur.
Bu kısmı da özetleyecek olursak; “madde üstü ya da gözlemlenebilir maddi alanın dışında bir şey yoktur” diyen zihniyetin de bunu bilimsel ya da sadece çok zeki insanların görebileceği fikri bir sonuçmuş gibi göstermeye çalışıyor olmalarının samimiyetsizlikten ileri bir yanı yoktur. Başka yaklaşımlar geliştirmek de mümkündür. Hali hazırda bilimle dayatmaya çalışılınan bakış açısının ise desteklenemeyen öznel bir yaklaşımdan ileri gitmesi mümkün değildir.
Karşı argümanlarıyla yüzeysel olarak bahsettiğimiz bu iki varsayımın da kanıtlanamayacak (hatta insanın varlığında şuur gibi aksine kanıtlar bulunduran) aksiyomlardan oluştuğunu göz önünde bulundurduğumuzda, bir maymunun kafasını başka birine takabiliyor olduğu bilgisi üzerinden şuur nakli yapabildiği sonucuna ulaşabilen bir adamın acınası şekilde aceleci olduğunu görmek çok zor değil. Ayrıca bilimin bu temel özelliklerinden haberdarsa samimiyetsiz ve kötü niyetli olduğu da tartışılabilir sonuçlar arasındadır.
İnançlar ve vahiy bilimi yerleştirebileceğimiz zemindeki postülatları oluşturacak bir yapıya sahiptir. Bilim var olabilmek için ise gözlemlediği alanın dışına muhtaçtır. Bu yüzden inançlarla ya da üst bir gerçekliğin varlığıyla (ya da yokluğuyla) alakalı hiçbir şey dikte edemez.
Meselenin “bilimsel” olarak lanse edilen kısmının bu açıdan bilimin temel özelliklerinden ve sınırlarından ne kadar uzakta olduğunu ve aceleyle dayatılan sonuçların bir çoğunun da da aslında farklı temellerden gelen “materyalizm gibi” felsefi ve son derece tartışılabilir argümanlar olduğunu bu aksiyomatik yaklaşım üzerinden araştırdık. Belgeselde bilim diye dikte edilen bakış açısının inanç alanında ne kadar yıkıma sebep olacağını bilimin aksiyomatik yapısını kavradıktan sonra anlamanın çok daha kolay ve yol gösterici olacağı kanısındayım.
Hatırlatmam gerekiyor ki: Buradaki varsayımlarda manevi alandaki şeylerden bahsediyor olmamın sebebi çıkarımlarda “şuur nakli” ve “yapay şuur” gibi açıkça manevi / niteliksel alana ait olan parçalara girilmiş olması. Eğer çıkarımlar manevi alandaki olgulara bu kadar giriyorsa teorilerin kurulu olduğu zeminlerdeki manevi olguların da tam olarak tanımlanması gerekmektedir. İddia makamı şuurun maddi olduğunu ya da en iyi ihtimalle indirgemeci mantığında nitelik kaybı olmadığını iddia etmektedir ve ahlaklı olacak davranış da cahilce hareket etmeden önce buna dair kanıtlar getirmektir. Yoksa fiziğin gerçekte araştırdığı alan farazi bir maddi alandır ve bu haliyle iyi ve tutarlı sonuçlar elde etmektedir. Yani doğru yapıldığında ve kendi dışındaki alanlara tecavüz etmediği sürece bilime söyleyeceğimiz bir şey yoktur.
Gelecekteki bir takım planlar ve kendini gerçekleştirme eğilimi olan kehanetlerle dolu olan belgeseldeki tehlikeleri madde üstü alanın varlığına inanan mantığımızda kısaca geçip bakış açısı farklılığına dair karşılaştırmalar yapabiliriz.
Yazının devamında belgeselin bir takım kilit önermelerinin üstünden kısaca geçeceğiz.
“Tartışmalı Varsayımlar ve Aceleci Çıkarımlar” yazısına bir yanıt var
Bir cevap yazın
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017
Makaleden alıntı:
“Özetle nedensellik açısından ele alacak olursak, ilkelerin mi maddedeki hareketi sağladığı yoksa maddenin mi bu ilkeleri oluşturduğu sorusu tamamen atlanıyor.”
bize göre çok yerinde ve düşündürücü bir soru bu.
1. madde olmazsa kanun da olmaz, kanun olmazsa sadece maddeler olursa hareket olmaz. o zaman biz düşünemeyiz. yani madde olsa bile olduğunu bilemeyiz. diyelim ki hareketsiz ortamda maddelerin olduğunu bilebileceğimiz yapımız, aklımız olsa, o zaman yine kanunlar vardır ama şu anda algıladığımız gibi değildir. Bizce maddeyi oluşturan kanundur, düşüncedir.. bunun daha ilerisi de vardır elbet ama bunu açıklamak için Atomu parçalamak lazım herhalde. o zaman kanun var mıdır madde var mıdır biz bilemiyoruz. aslında ilk başa dönersek Kün Emri ile maddenin ilişiği var mıdır? eğer varsa Nahl suresi 40. Ayet “Elmalılı Hamdi Yazır: Bizim herhangi birşey için sözümüz, onu murad ettiğimiz zaman, sade ona şöyle dememizdir: «Ol» hemen oluverir” burada ilk önce Murad, İstek, Arzu geliyor. sonra Kün geliyor. yani kanunlar belirlenmiş gibi belki de Kün Emri bile kanunlar silsilesi ile oluşmuştur. Doğrusunu büyüklerimiz daha iyi bilir.
2. “Maddenin mi bu ilkeleri oluşturduğu sorusu” burada aklımıza cüzzi irade geliyor. ama cüzzi irade külli iradeden ayrı değildir herhalde. kanımızca işte bu dualiteyi aşabilirsek İnsan kendi yazar, kendi oynar.. herhalde o zaman Atomda parçalanır her şey dalga olur, renk olur, ses olur.. bize madde gibi gözüken şeyler aslında bambaşka bir şey olur herhalde. bunun da ötesi vardır elbet ama onu da büyüklere havale etmek lazım sanki..
bir de materyalizm ile ilgili çok güzel konulara değinildi. hatta İnsanın düşmanı olan şey net bir şekilde tasvir edildi. burasını okurken bizde uyanan düşünce bizim kategorilerden kaçınmamız gerektiğidir. biz bazı şeyleri kategorileştirerek aslında onları görmezden gelip yada küçümseyip asıl işin özünden biraz uzaklaşıyor olabiliriz. aslında bir çok gerçeği görüp bile bile insanları yoldan çıkarmak için uğraşanlar vardır. belki de bunlar gerçekleri bilme konusunda o kadar ilerde olabilirler ki biz şaşırabiliriz yada bilemeyebiliriz. İşte tasvir budur. Düşman da budur. bu idrak için çok teşekkür ederiz.
son olarak Şuunat, İsimler, Sıfatlar ve fiiller konusunda bizimde merak ettiğimiz ama bir türlü bulamadığımız İsimlerden bahsedildi. bütün okumalarımıza rağmen ve araştırmalarımızı da düşünürsek bir tane İsim bulamadık. biz isimlerin sadece Harflerde olabileceği kanısı, çok az da olsa, birazcık kanma harflerde oldu gibi. Hangi ismi düşünürsek düşünelim hepsi sıfat olarak gözüküyor. En büyük isim bile HU ile bitiyor. tabi arada L var.
Not: belgeselleri biz İngilizce bilmediğimiz için izleyemiyoruz. tavsiye edildiği için eminiz ki önemlidirler. herhalde genele hitap etmediği için de Türkçe alt yazılı yapılmıyor. ümidimiz Zeki Türk gençlerinin bu işlere el atmalarıdır..