Hız Tutkusu Kalbi Öldürür
Selim R. Toprak, 7 Ocak 2016“..kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.” der Cemal Süreya meşhur dizesinde. Geçenlerde kardeşimle birlikte annemlerdeydik. Ailecek kahvaltı yaparken bu dize geldi aklıma. Gerçekten de hep birlikte kahvaltı masasındaydık ve mutluyduk. Sonra, kısa bir süre için, nedenini düşünürken buldum kendimi bu durumun. Öncelikle birbirimizi seviyorduk, bu tamam. Sosyalleşiyorduk, bu da tamam. Yüce Yaratıcı’nın renk renk, lezzet lezzet, koku koku soframıza koyduğu çeşitli nimetlerden istifade ediyorduk, bu da tamam. Bütün bu saydıklarım, kahvaltı masasının etrafında mutluluk atmosferini oluşturan, gülümseyen yüzlerle hayata dair samimi paylaşımlar yapmamıza, gözlerimizin içine bakarak, sabırla ve keyifle birbirimizi dinlememiz için geçerli nedenlerdi. Fakat aklıma takılan başka birşey vardı. Başka zamanlarda da bazen kahvaltı masasında bir araya geliyor, bu gelişler sırasında aramızda bazı diyaloglar geçiyordu ve sofra da boş olmuyordu. Birbirimizi sevmiyor da değildik. Fakat o sabahki mutluluk hissini çok da hissettiğimiz söylenemezdi diğer zamanlar.. Neden sonra meselenin “püf noktasını” kavradım: Hız.
Evet, birlikte kahvaltı yaptığımız o gün resmi tatildi, hiçbirimizin yetişmesi gereken biryer, cevaplaması gereken bir mail veya telefon yoktu. En azından bir sonraki günün sabahına kadar bekleyebilirdi. Doktor olan babamın da mağaza işletmecisi olan kardeşimin de zihinlerinde önlerindeki güne dair bir ajanda yoktu yani. Ayrıca ilginç bir şekilde telefonlarımızı “sessiz”e alıp bir kenara bırakmış, kahvaltı yaparken de televizyonu açmamıştık. Telaşsızdık ve çevremizin farkında olacak kadar bilincimiz açıktı. Yani hepimiz bedenen olduğu kadar ruhen de oradaydık. İnsani hız sınırını aşmamıştık. Zihinlerimiz üç saat sonra veya öğleden sonra yapmamız gereken, aslında çok da hayati olmayan şeylerle gereksiz yere meşgul değildi. Yani dakikalarımızı insani bir hızda yaşıyorduk. Masaya bakar-körler, duyan-sağırlar olarak oturmamıştık. Ne iç dünyamızdaki yapay zihinsel tacizler birbirimizn varlığını görmezden gelmemize neden oluyor, ne de bir görev edasıyla karnımızı doyurmak için hızla yiyerek, hem Nimetlerin Asıl Sahibi’ne hem de nimetlere karşı saygısızlık yapıyorduk. Aksine sofradaki nimetlerle birlikte, hayat nimetini, aile nimetini, insan olma nimetini, paylaşım nimetini tadıyor ve yudumluyorduk. Evet, asıl mesele buydu. Farkındalık. Zaten insan dünyaya tatmak, tartmak ve tanımak için gönderilmemiş miydi?
Bu kişisel paylaşımı şunun için yaptım; o sabah birkez daha anladım ki modern dünyanın bireyleri olarak hayatı ve nurani hayat perdesinde yansıyan kudretin mucizeleri, rahmetin hediyeleri olan nimetleri ıskalamamızın, fark edemeyişimizin belki de birinci nedeni hız. Günümüzde (özellikle dışarıdan bakılınca “akıl hastanesi” hissi veren modern şehirlerde) hayatın akış hızı, insan doğasıyla (yaratılışıyla) uyumlu olmadığı için, insanlar huzursuz ve mutsuz. Nasıl olmasın ki, trafik, yeşil alan eksikliği, gürültü kirliliği vb zaten geçmişten gelen kronik sorunların üzerine, son yıllarda akıllı telefonların hayatın ortasına “taht sahibi bir kral” gibi oturmasıyla, devamlı ve yoğun bir şekilde dijital veri bombardımanına maruz kalmak hepimizin zihnen dağılmamıza, parçalanmamıza, telaşlı koşturmalarımız içinde şehirlerde “alık alık dolaşan balık sürüleri” haline gelmemize neden oldu. Modern yaşamın hızına ayak uydurmaya çalışıp, “dijitalin akışı”yla boğuşurken birçoğumuz içinde bulunduğumuz “an”ı, dolayısıyla “an”lardan meydana gelen hayatı kaçırıyoruz da farkında değiliz. Korkutucu ve endişe verici nokta ise, bu hız sabit kalmıyor, artıyor. Hatta hızlanma hızı da artıyor. Yokuş aşağı hızlanarak giden, kontrolden çıkmış bir bisikletin üzerinde durmaya çalışıyoruz adeta. Evet, günümüz insanının en temel problemlerinden biri, kesinlikle aşındırıcılık, yıpratıcılık ve “kör ediciliği” ile bu hız problemi.
İyiden iyiye huzursuz, tedirgin, sinirli ve mutsuz insanlara dönüşmek istemiyorsak, acilen kendi hayatlarımızda hız problemine karşı elimizden geldiğince bireysel önlemler almaya çalışmalı, bazı taktikler geliştirmeliyiz. Her akşam ailecek kendimizi telefon ve televizyondan soyutladıktan sonra iki saat “kitap okuma seansı” yaparak veya haftada bir gün olsun telefonları birkaç saatliğine evde veya arabada bırakarak, ailecek avm yerine yeşilin kendini hissettirdiği bir parka giderek başlayabiliriz.. (mesela bu satırları yazarken telefonumu sessize alıp, beni rahatsız etmeyecek bir yere bıraktım).
Bu arada şayet henüz okumadıysanız, konuyla ilgili olarak dikkat çekici bu yazıyı okumanızı tavsiye ederim: savaşabiliyorsan sen insansın
Yukarıda linkini paylaştığım yazının bir bölümünde yazar, şeytani bir fısıltının sistematik bir şekilde modern insana “Yol önemli değil. Yola bakmana gerek yok. Önemli olan arabanın kadrajında kaç kilometreye kadar çıktığındır. Ulaştığın hızdır. Bas gaza! Bas gaza! Düşünme varman gereken nihai noktayı. Düşünme hangi yolda ilerleyip, hangi trafik kurallarına uyman gerektiğini. Tek bir amacın var. Düşünme, bas gaza. Yeni trendimiz belli: “Exponential zaman”dayız. Exponentialsin; öyleyse varsın.” dediğini ifade ediyor. Başka bir bölümünde ise, “hız”ın insanı “anlamsızlık ve amaçsızlık büyüsüyle” kuşatarak köreltip, körleştirip nihayetinde “kalpsizleştirme” tehlikesiyle ilgili, şu isabetli ve ürkütücü analize yer veriyor:
“Kötü bir yolda, kötü bir amaca sahip olmak bile -nisbetler perspektifinde- insanîdir ve o amaç sahibinin bir kalbi olduğuna işaret eder. Belki kötü bir kalptir; ama kalptir. Zira bir amaca sahip olabilme kabiliyeti taşımaktadır.
…
Kalp amaç edinebilme kabiliyetini kaybederse -bu amaç ne olursa olsun- bu kalp çoktan bir diş gibi çekilmiştir o kişinin haberi olmadan. Yerinde koca bir “Karadelik” (Black hole) bırakır sanki. Merkezinde Singularity dediğimiz bir merkez noktası vardır. Kapkaranlıktır orası. Şeytan’ın evidir karanlık. Kalp asıl bir yolda, bir amaç için ilerleme duygusunu yitirirse ölür ve orada kalan koca boşluk Şeytan’ın evidir aslında.”
Konuya katkısı açısından isterseniz şu üç kavrama bir göz atalım: nihilizm, absürdizm, pesimizm
Nihilizm: Hiççilik, yokçuluk.. Herşeyin anlamdan ve değerden yoksun olduğunu savunan felsefi görüş
Absürdizm: Herhangi bir yaratıcı olmadığından, insanlığın evrende bir anlam bulmasına yönelik uğraşlarının boşa bir çaba olduğunu ve eninde sonunda bu anlam bulma uğraşının başarısız olacağını söyleyen felsefi düşünce akımı
Pesimizm: Kötümserlik odaklı dünya görüşü ve yaklaşımı.. düzeltilmesi mümkün olmayan bir dünya portresi. Ümitsizlik odaklı, karanlık bir gelecek tasavvuru.
Nietzsche, Sartre, Camus gibi isimlerle görünür hale gelen bu akımlar özellikle son iki yüzyılda adeta sihir seviyesine çıkmış ve geniş kitleleri (bu kitleler etkilendikleri bu felsefi akımların isimlerini bilmeseler dahi) bir şekilde etkisi altına almış, insanların gözlerine kendi kötücül, karamsar gözlüklerini takarak milyonların, hakikatte anlam yüklü, nurani, parlak ve berrak olan varlığı siyah, anlamsız ve mat olarak görüp o şekilde kabul etmesine neden olmuşlardır. Fakat özellikle son dönemdeki teknolojik gelişmelerle bizzat hızın kendisi kitleler için bir fetiş haline getirilince, zavallı yığınlar kendilerini şuurları şoklanmış olarak uzun zamandır yukarıdaki kavramların tetiklemiş olduğu bunalımlar girdabında buldular. Neticesi ise, ideal veya gaye haline getirmeye değer birşey bulup kalben bağlanamama, nereye gittiğinin farkında olmayarak (hatta nereye gittiğini umursamayarak), sadece daha hızlı gitmeye çalışma.
Bu noktada Singularity’ye değinmezsek konunun tamamiyeti açısından ciddi bir eksiklik olur heralde. Sitede yayınlanan birçok yazıda üzerinde durulduğu gibi, deccaliyet eksenli ahirzaman tiyatrosunun hem senaristi hem yapımcısı olacak gibi duran bu akım “baş aktörü”nü sahneye sürmek için, Ray Kurzweil gibi oyun kurucularıyla adım adım şartları olgunlaştırıp, taşları döşemeye devam ediyor. En etkili kullandıkları ve gözbağcılıkları için en çok güvendikleri araç/kavram ise bildiğiniz veya bilmeseniz dahi tahmin edebileceğiniz gibi: Hız, daha doğrusu hızın büyüsü.
“Exponential” (üssel) kavramına singularitian ekip tarafından ısrarla vurgu yapılması boşuna değil elbette. Bu kavram parlaklığı ve cazibesiyle ellerini güçlendirip, işlerini kolaylaştırdığı gibi ifade ettiği bir hakikat de var aslında. Fakat karanlığın temsilcileri “üssel hız” ile insanların zihinlerini dağıtıp paramparça etmekle yetinmeyip bütün bu parçalanmış zihinleri bir havuzda toplamayı hedefliyorlar gibi (bulut bilişim, x-net vb gelişmeleri hatırlayalım). Zira bütünlüğünü yitirip adeta kesirli hale gelen zihinler birbiriyle çarpıştıkça, kesirli sayıların birbiriyle çarpıldıkça küçülmesi gibi küçülecek, insanlığın ortak aklı “sıfır noktası”na doğru hızla yaklaşacak ve sonunda anlam sıfırlanacak: İnsanlık çapında bir bilinç kıyameti? Kulağa korkutucu gelse de gelişmeler şu anda bu yönde.
“İnsanları canlandıran emeldir (arzu,amaç), öldüren yeistir (ümitsizlik).” Bediüzzaman
Her problemde olduğu gibi giderek büyüyen bu dehşetli problemde de çözüm Allah Resulü (asm)’nün tarz-ı hayatında. Biriyle konuşurken bütün vücuduyla o kişiye dönüp, yöneldiğini biliyoruz mesela, veya yaptığı her işi “itkan” ile tastamam yaptığını. Hayatındaki sabır, tefekkür ve nezaket tablolarını.. Ama bu örneklerden daha çok O’nun (asm) sünnetinin ruhunu kavramaya çalışmalıyız aslında, çünkü o “ruh” fıtratın ve dolayısıyla her insana her zaman en uygun olanın ta kendisi.
Diğer taraftan namazı “tadil-i erkan” ile yani tam bir yönelişle, arındırılmış ve derinleştirilmiş bir niyet ile, acele etmeden, kalbini vererek, özenle ve dikkatle kılmaya çalışmak da yıkıcı hız sorunu, hafıza problemi ve zihin dağınıklığı için önemli bir tedavi işlevi görüyor olsa gerek. Başka bir ifadeyle, yukarıda ifade edilen çerçevede hakkıyla kılınmaya çalışılan bir namaz, günlük hayatın kontrolsüz hızına karşı koruyucu bir fren mekanizması da olacaktır şüphesiz.
Bir diğer önemli nokta ise; konsantrasyon, odaklanma, yoğunlaşma etkili birer “fiili dua”, hakikati hissetmek adına. Bakışa bakış olur. Günlük yaşamın koşuşturmacalarından bir nebze sıyrılıp, fıtraten insanda bulunan “merak”ve “hakikat talebi” gibi çok değerli manevi sermayelerimizi doğru noktalara yönlendirebilirsek, belli bir süre sonra aslında her yanın baştan başa anlam ve hikmet dolu olduğunu farketmemiz mümkün olacak.
İlahi Kelam’ı tefekkür, tezekkür, taakkul, tedebbür, tefakkuh ederek, yani kelimelerin, satırların üzerinde dura dura, düşünerek, baştan sona sondan başa gelip giderek, sistemli ve amaçlı bir şekilde, analiz ve sentezler yaparak, kelimelerin arkasındaki anlamları sezmeye çalışarak, hikmetini sorgulayarak, kalbimiz ve hislerimizle konuyu duymaya çalışarak okumamızı tavsiye etmiş maneviyat büyükleri. Zaten baştan sona hikmet dolu Semavi Kitabımız’da Rabbimiz bizden aklımızı aktif olarak kullanmamızı istemiyor mu? Diğer taraftan yıldızlardan atomlara kadar bütün genişliği ve çokrenkliliğiyle şu üç boyutlu (belki de çok daha fazla boyutlu) kainatın da dikkatle okunması gereken bir kitap olduğuna inanmıyor muyuz?
Hızın bu konuda da devreye girip işin ruhunu, bereketini kaçırmasına izin vermemeliyiz. Aksi durumda, meyilli bir zemindeki toprağın üzerinden hızla akıp gitmesi nedeniyle suyu toprağın ememesi, emip de istifade edememesi gibi, bizlerinden üzerinden birçok bilgi geçecek, belki dilimize de yansıyacak fakat derinimize yani kalbimize nüfuz edip, vicdan onayını alarak ilim haline dönüşme fırsatı bulamayacak.
Evet, “işletme körlüğü”ne maruz kalıp anlamsızlık ve motivasyonsuzlukta boğulmamak, robotlaşıp makineleşmemek için sürekli genel resimi görmeye çalışmalı, gerekiyorsa iki adım geri çekilip durup düşünmeli, “nereden geldik, nereye gidiyoruz, biz kimiz/neyiz/neciyiz ve ne yapmalıyız?..” gibi temel ontolojik soruların üzerinden bir kez daha geçip, kendimizi reoryante etmeliyiz. Bu reoryantasyon ve rehabilitasyonların yardımıyla, varlığa yüksek bir noktadan, konik ve bütüncül bir bakışla bakmayı başaramazsak, hepimiz için farkına varamadan “hızın ve teknolojinin kulları” haline gelip, bal yapmayan arılar gibi ömür tüketme tehlikesi sözkonusu. Reklamda dediği gibi, “Kontrolsüz güç güç değildir.”, öyleyse akıl ve kalp dünyamızı kontrol altında tutmaktan başka çare gözükmüyor.
Unutmamalıyız ki, insan kerim yani şerefli yaratılmıştır. Dolayısıyla nihai ve kıymetli bir amaca kalben bağlanmalı, bu amaç üzerinden kimlik inşasını gerçekleştirerek, gayesizliğin kara deliğinde kendini yok etmemelidir. Bütün gayelerin üzerindeki en yüksek gaye ise, bütün gayelerin yaratıcısı, bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün hakiki insanların öncelikli muradı olan Hz.Allah ve O’nun hoşnutluğudur. Kalp hayatında zirveleri tutup göklerde kanat çırpan o hakiki insanlar “La matlube illa Hu! La maksude illa Hu!” ifadeleriyle “Kalben istenilen, arzu edilen, talep edilen, maksad olmaya layık ancak O’dur!” demişler, hayatlarının her anını bir şekilde O’nunla irtibatlandırarak, hayatlarını baştan başa anlamlı ve nurani hale getirmişler.
Son olarak, finansçılar arasında kullanılan bir söz vardır, “Nakit yokluğu kalp krizi gibidir bir anda öldürür, karsızlık kanser gibidir yavaş yavaş öldürür.” İronik bir şekilde, hız da bizleri kalbimizden uzaklaştırıp anlamsız yani karsız (meyvesiz) bir hayata savurarak yavaş yavaş öldürüyor, bu nedenle silkinmeli ve gayr-i insani şeyler karşısında insanlığımızı korumak adına esaslı bir tavır almalıyız.
“Hız Tutkusu Kalbi Öldürür” yazısına 5 yanıt var
Bir cevap yazın
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017
Fıtraten kaplumbağadan daha hızlı olan tavşanın, malum hikayede mağlup olması da hızlı olmanın verdiği şehvet. Vakar , sebat ve istikrar sayesinde kaplumbağanın tavşana yaşattığı fiyaskoyu duymayan kalmadı. Kimbilir yuvasını sırtında taşımanın da bir hikmeti vardır galibiyetinde. Tıpkı yuvasını bi valize koyanlar gibi.
Ne kadar ilginçtir ki singularity projelerinin manevi destekçilerinden olan Dalay lama şu yazınızı okusa çok takdir eder. Bugüne kadar çeşitli medya ortamlarında karşımıza çıkan Budizm temalarında siz hiç aceleci bir keşiş gördünüz mü? Koşturan bir felsefe duydunuz mu? Hep iç derinliğinden ve ruhsal yolculuktan bahsetmiyor mu onlar da? Dünya gözüyle yaşayan insanları gülümseyerek dünyadan sıyrılmaya davet etmiyorlar mı? Özellikle şu cümlenizi adeta başka bir kitaptan hatırlıyorum; “iç dünyamızdaki yapay zihinsel tacizler.” kitabın ismi aşk devrimi, yazarı meşhur sapık Budist osho. Bu kitapta çok büyük bir kısım insanı hızı bırakıp sükunete kavuşmaya davet etmiş. Biz bugüne kadar hep şöyle bir ihtimalle Budizmi yorumladık değil mi; ihtimaldir ki Buda da bir peygamberdi, zamanla dini yoz bir hale geldi ve Budizm hak bir din olmadığı halde pek çok hakikat öğesi barındırıyor olabilir. Ben artık böyle düşünmüyorum ve singularity’nin insanların zihinlerini öğütüp bitirecek bir “gaflet” projesinden ibaret olmadığına inanıyorum. Gafletteki bir insanı düşünün, akli melekeleri körelmiş; bizim inancımızda herkes kendi aklı kadar sorumludur. Böyle insanların çetin bir hesaptan hatta belki azaptan sonra Rabbi Rahim’in lütfuyla cennete girmeleri mümkün. Ki bugüne kadar da bu denli olmasa da insanların çoğu zaten gaflet zindanındaydı. Ancak Kur’an’da hesaba dahi çekilmeyecek, kendisi için mizan dahi kurulmayacak bir gruptan bahsediliyor. Singularity’nin maddi ve manevi koldan ilerleyen ve insanları derin bir gaflete değil, bu geri dönüşsüz “ruh çürümesine” götürdüğünü düşünüyorum. Allahu alem. Keşke size yorumla değil, daha ayrıntılı bir şekilde ulaşabileceğimiz bir iletişim imkanı sunsanız. Veya şayet meselenin bu yönü de dikkatinizden kaçmadıysa ve bu yönüyle de ilgilenen, sizin gibi yazıp çizenler varsa onlara referans verseniz.
Hem çok insani, hem derin hem de anlaşılması ve istifadesi zevkli bir yazı okudum. Bu kalemi görmemiş; bu tadı daha önceden almamıştım. Yeni yazarınızı ve müstakbel tefekkürlerini şimdiden tebrik ediyorum ve sabırsızlıkla devamını bekliyorum.
Muhabbet ile…
Hız bizi tavşan deliğine çekiyor, kanımızın hızı, dengemiz bozuluyor. Büyü ekin ile destekleniyor, anlamsızlık büyüsü. Çok güzel bir yazı olmuş, elinize sağlık..
saygılar
çok tesirli bir yazı. hem bizim kültür atlasımızın sesini taşıyor hem de çağı derinlemesine okuyan muhtaç olduğumuz vizyonu veriyor. derdi dile getirdiği gibi dermanı da gösteriyor yazar. Yazdığının aksine pesimizmin tuzağına düşmeden ümit vererek bizi mânâya davet ediyor.
yazının sadeliği derinliğine mani değil. berrak sularda derinlikler sığ gözükür. böyle berrak bir üsluba sahip.
orijinal tesbitler var:
Fakat karanlığın temsilcileri “üssel hız” ile insanların zihinlerini dağıtıp paramparça etmekle yetinmeyip bütün bu parçalanmış zihinleri bir havuzda toplamayı hedefliyorlar gibi (bulut bilişim, x-net vb gelişmeleri hatırlayalım). Zira bütünlüğünü yitirip adeta kesirli hale gelen zihinler birbiriyle çarpıştıkça, kesirli sayıların birbiriyle çarpıldıkça küçülmesi gibi küçülecek, insanlığın ortak aklı “sıfır noktası”na doğru hızla yaklaşacak ve sonunda anlam sıfırlanacak: İnsanlık çapında bir bilinç kıyameti? Kulağa korkutucu gelse de gelişmeler şu anda bu yönde.
Her problemde olduğu gibi giderek büyüyen bu dehşetli problemde de çözüm Allah Resulü (asm)’nün tarz-ı hayatında. Biriyle konuşurken bütün vücuduyla o kişiye dönüp, yöneldiğini biliyoruz mesela,
Diğer taraftan namazı “tadil-i erkan” ile yani tam bir yönelişle, arındırılmış ve derinleştirilmiş bir niyet ile, acele etmeden, kalbini vererek, özenle ve dikkatle kılmaya çalışmak da yıkıcı hız sorunu, hafıza problemi ve zihin dağınıklığı için önemli bir tedavi işlevi görüyor olsa gerek. Başka bir ifadeyle, yukarıda ifade edilen çerçevede hakkıyla kılınmaya çalışılan bir namaz, günlük hayatın kontrolsüz hızına karşı koruyucu bir fren mekanizması da olacaktır şüphesiz.
bunlar oldukça enteresan ve orijinal tesbitler.
Selim R. Toprak yazılarını merakla bekleyeceğimiz yeni bir yazar olacak gibi… tebrik ederim.