Transhümanizm Tehlikesi ve Alternatif Bir Yol – 2

, 21 Ocak 2016

Transhümanizmin Yakıcı ve Aldatıcı Dalgalarından Dört Adımda Güvenli Limana

Hayalen geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısına gidince, birçok sıradışı tarihi karakterle birlikte, Anadolu topraklarında karşımıza, içinde yaşadığı milletin genç neslinin imanı ile birlikte, dünya genelindeki gelecek nesillerin ve topyekün bütün bir insanlığın  Yaratıcısı ile olan irtibatını kurtarmak ve korumak gayesiyle sıradışı bir gayret gösteren, adeta bir  “erken uyarı sistemi” gibi yaklaşmakta olan yakıcı tehlikelere, yıkıcı dev dalgalara karşı, kaynağını Kur’an’dan rengini Muhammedi nasipten alan.. hüzün dolu, ciddi, samimi ve müşfik sesiyle vicdanları uyarmaya çalışan.. ve bu uğurda binbir zorluğu, varlığa ve özellikle insanlığa karşı şefkatle köpüren sinesinde eritmeye azmetmiş, fedakarlığı ile göze çarpan sıradışı birini de görüyoruz.. Hz.Bediüzzaman.

Çağdaşlarınca kendisine “Bediüzzaman” lakabı verilen Üstad Said Nursi’yi 1920’lere kadar diğer birçok hamiyetli insan gibi cansiperane sağa sola koştururken takip ediyoruz. Fakat bu tarihten sonra asıl problemin bir inanç / iman problemi olduğu, sorunun temelde, çekirdekte, kökte halledilmezse sağlıklı meyve almanın mümkün olmadığı tespitiyle, bütün gayret ve himmetini, İlahi Kelam’ın günümüz insanınına fısıldadıklarından hareketle “imanları kurtarmaya” ayırdığına şahit oluyoruz. Böylelikle yaklaşık 20 sene zarfında (sayısız engelleme ve zorluklara rağmen) yazılan, birçok kitaptan meydana gelen, toplamda beş-altı bin sayfalık, kendi sahasında orijinal bir tefsir çalışmasının ortaya çıkışına tanıklık ediyoruz.

Bu külliyatın ana eseri olan “Sözler” kitabında, Bediüzzaman Hazretleri günümüz insanının kurtuluşuna vesile olabilecek bir yol bulduğundan bahseder. O satırları okurken adeta kitlelerin ayağını kaydıracak, ahiretini kaybettirecek, insanlıktan aşağılara düşürecek, cüretkar ve isyankar transhümanist vaad ve tuzaklara cevap ve reçete niteliğinde olduğu görülebilir. Bu durumun şaşılacak bir yanı da yoktur aslında, zira satırlar zamanüstü özelliği ile her çağa bakan Allah Sözü’nün, Ezeli Vahy’in tefsiridir. Burada sözü, arzu edenlerin orijinal metni “26.Söz’ün Zeyli” olarak bulabileceklerini hatırlatıp, sadeleştirilmiş haliyle o satırlara bırakalım:

“Cenab-ı Hakk’a ulaştıracak yollar pek çoktur. Bütün hak tarîkler (yollar) Kur’andan alınmıştır. Fakat bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli (tehlikesiz) ve “genele hitab eder” oluyor. Kur’andan istifade ettiğim ise, “acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” yoludur. Evet acz (güç yetirememe, güçsüzlüğünün farkında olma), aşk gibi belki daha emniyetli bir yoldur; çünkü (haddi aşıp şımarıklığa girmeden, mütevazi bir şekilde) kulluk ayağıyla mahbubiyete (sevilen olma, sevgili olmaya) kadar gider. Fakr (muhtaç olma, ihtiyaçlarının farkında olma) ise Allah’ın Rahman ismine ulaştırır. Hem şefkat dahi aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir yoldur ki Rahîm ismine ulaştırır. Hem tefekkür (akleden kalp, hikmet avcılığı) dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir yoldur ki, Allah’ın Hakîm ismine ulaştırır. Fakat yanlış anlaşılmasın: Acz ve fakr ve kusurunu, Cenab-ı Hakk’a karşı görmek demektir. Yoksa onları yapmak veya diğer insanlara göstermek demek değildir. Bu yolda, “hedef insan”, “gaye insan”, “örnek insan” konumundaki Allah Resûlü’nün (asm) sünnetine (yaşam tarzına)uyarak, farzları yerine getirip, büyük günahlardan kaçınarak yürünür. Ve özellikle namazı bilinçli bir şekilde, özen ile kılmayı ve namazdan sonraki tesbihatı ihmal etmemeyi gerektirir.

 1.

Birinci adım, “Nefislerinizi temize çıkarmayın.” Necm Sûresi,32 âyetinin işaret ettiği gibi: Nefsini temize çıkarmamaktır. Zira insan, yaratılıştan (doğası gereği) nefsini sever. Belki öncelikle yalnız kendini sever, başka herşeyi nefsine feda eder. Mabud’a (ibadet edilen) lâyık bir tarzda nefsini metheder, över. Mabud’a lâyık bir tenzih ile nefsini ayıplardan uzak görür. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsini şiddetle müdafa eder, savunur. Hatta fıtratında bulunan ve Hakikî Mabuduna (ibadete layık olan Allah’a) hamd (rahmetinin hediyeleri karşısında şükür, teşekkür ve minnet hislerinin “elhamdülillah!” ile ilânı) ve tesbih (kudretinin mucizeleri karşısında, bu icraatin Sahibinin her türlü kusur, eksik ve hatadan uzak ve Zâtıyla akla gelen herşeyden farklı olduğunu “Subhanallah!” ile ilân) için ona verilen manevi duyguları, kendi nefsine sarfederek “Nefsinin arzusunu kendine mâbud edinen kimse…” Furkan Sûresi,43 sırrına mazhar olur. Öncelikle kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu adımda bu durumun reçetesi: Onu  (yani nefsini) temize çıkarmamak, kusursuz görmemektir.

 2.

İkinci adımda, “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.” Haşir Sûresi,19 dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Ölümü düşünse, başkasına verir. Ayrılık ve yokoluşu görse, üzerine almaz. Külfet (zorluk) ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ücret ve ödül makamında nefsini düşünmek hatta şiddetle taraftar olmak, nefs-i emmarenin (kötülüğü emreden nefsin) gereğidir. Nefsin, şu makamda temizliği, tedavisi, terbiyesi ise şu haletin aksidir. Yani kendi varlığının hakikatinden gaflet nedeniyle nefse teslim olmamak. Nefsini zevklerde,lezzetlerde, ihtiraslarda unutmak, fakat her an bir adım daha yaklaştığı ölümde ve hizmette unutmamak.

 3.

Üçüncü adımda, “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi nefsindendir.” Nisâ Sûresi,79 dersini verdiği gibi: Terbiye edilmemiş nefis, daima iyiliği kendinden bilip gurur ve ucbe (içten içe kendini beğenme) girer. Bu adımda, nefsinde sadece kusuru ve eksikliği ve aczi ve fakrı ve muhtaçlığı görüp; kendinde gördüğü bütün güzellikler ve yeteneklerin, Yaratıcısı tarafından ona ihsan edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, (üzerindeki nimetlerin farkında olarak ve fakat onları sahiplenme iddiasına girmeden, o nimetlerin hakikî kaynağının kendi öz varlığı olduğu yanılsamasına düşmeden) gurur yerine şükür ve kendini beğenme yerine hamdetmektir.

Şu mertebede nefsin temizliği, “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.” Şems Sûresi,9 sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, zenginliğini fakrda bilmektir.

 4.

Dördüncü adımda, “Herşey helâk olup gidicidir, O’na bakan yüzü müstesnâ.” Kasas Sûresi,88 dersini verdiği gibi: Nefis, kendini serbest ve bağımsız ve bizzat mevcud bilir. Kendini varlığın merkezi ve direği olarak görür. Bu nedenle bir nevi Rablik davasında bulunur. Yaratıcısına karşı düşmanca bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı idrak etmekle bu durumdan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey nefsinde kendine bakan yönüyle fânidir ve yokluğa gitmektedir. Fakat Yüce Sanatkâr’ının yani Hz. Allah’ın esmasına (ilahî isimlerine) ayna olma yönüyle ve vazifedarlık itibariyle mevcuddur yani “var”dır. Şu makamda nefsin temizliği ve terbiyesi şudur ki:  Varlığında yokluk, yokluğunda varlık vardır.Yani kendisinin “gölge varlık”, “sanki varlık”, “dolaylı varlık” olduğunu unutup kendini kendinden “var” bilse, varlık verse; kâinat kadar bir yokluk karanlığı içindedir. Şahsî varlığına güvenip kendisini yoktan yaratan Rabbi’nden gaflet etse; yıldız böceği gibi şahsî ışığına güvense, nihayetsiz karanlıklar, ayrılıklar, yok oluşlar içinde bulunur, boğulur. Fakat “benlik davasını” bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin (herşeyi her an yoktan var eden Hz.Allah’ın) bir tecellisi, sanatı, gölgesi olduğunu görebildiği zaman, bütün varlığı ve varoluşu kazanır. Zira kâinattaki bütün varlıklar, ilahi isimlerinin yansımalarından ibaret olan bir Zâtı (Hz.Allah’ı) bulan, herşeyi bulur.

Sonsöz

Evet şu yol daha kısadır. Çünkü sadece dört adımdır. Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’e (celal sahibi kudreti sonsuz Allah’a) verir. Halbuki en keskin yol olan aşk, nefisten elini çeker, fakat mecazî aşıklara yapışır. Onların fâniliğini ve üzerlerinde gözüken güzelliklerin asıl sahipleri olmadığını idrak ettikten sonra Mahbub-u Hakikî’ye (sevilmeye lâyık hakikî sevgili olan Hz.Allah’a) gider. Hem şu yol daha güvenlidir. Çünkü bu tevazû ve edep endeksli “kulluk” yolunda nefsin ayağını kaydırabilecek şımarıklıklara yer yoktur, zira acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulamaz ki haddini aşsın. Hem, bu yol daha geniş, herkese açık büyük bir caddedir. Çünkü kâinatı vahdet-ül vücud  yolu gibi, daimî huzuru kazanmak adına, yokluğa mahkûm görüp, “Lâ mevcude illâ Hû” (Allah’tan başka varlık sahibi yoktur) demeye veya vahdet-üş şuhud yolu gibi, daimî huzur için kâinatı görmezden gelerek / bilinçli olarak unutarak “Lâ meşhude illâ Hû” (görülen ve şahit olunan sadece O’dur) demeye mecbur olmuyor. Kâinatı ve içindeki varlıkları Kur’an yokluktan, terkedilmişlikten ve unutulmuşluktan affettiği için, bakış açısı ve niyetini ayarlayarak, varlıklara kendileri hesabına değil Fâtır-ı Zülcelal (celal sahibi Sanatkâr’ları.. tasarlayan, dizayn eden Yaratıcıları) hesabına bakıp, varlıkları üzerlerinde ilahi güzel isimlerin görüldüğü aynalar olarak görüp, mutlak gafletten kurtulup daimî huzuru kazanıp, herşeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.

Özetle, kâinattaki varlıklara bizzat o varlıklar hesabına değil, onların Sanatkâr’ı hesabına bakmak.. Bütün varlıkların Hakk’ı anlatan birer ayet ve hakikate açılan birer pencere olduğunu farketmektir.” (Sözler’den sadeleştirilerek)

Görüldüğü üzere, Üstad Bediüzzaman Hazretleri bugünlerde bütün yakıcılık, yıkıcılık ve bozuculuğuyla üzerimize gelmekte olan transhümanist dalgayı adeta o günlerden sezip görmüş, insanlık adına bu korkutucu ve ürkütücü tehlikeye karşı bir hal çaresi olarak “acz, fakr, tefekkür ve şefkat” şeklinde formüle ettiği, uygulamada pratik, hakikatte hayatî önemde bir reçeteyi modern insanın önüne koymuş, “çekirdekler” olarak istifadesine sunmuştur.

Bu yolun dört esasından acz, tanrılaşma ve özlümsüzlük iddialarına karşı; fakr, bireyin bütün taleplerini bir şekilde (yapay, sanal, kurgu vb.) tatmin etme iddialarına karşı; tefekkür, bireylerin hafızalarını aktif ve etkili bir şekilde kullanmalarına izin vermeyip, “an” içine sıkıştırarak, analiz-sentez yapamaz hale getirmek anlamındaki “bilinç kıyameti”ne karşı; şefkat ise, duygu üretemeyen, kalpsiz (hem mecazi hem gerçek anlamda!), robotik, makineleşmiş insan projelerine karşı birer panzehir olarak görülebilir.

“Muhakkak ki Biz insanı, (varlığın mükemmel bir modeli olarak) en güzel şekil ve en mükemmel kıvamda (ahsen-i takvimde) yarattık. Tin Sûresi,4”

“Senin yanından ayrılıp, iş başına geçince ülkede fesat çıkarmaya çalışır, ürünleri ve nesilleri ifsad için uğraşır. Allah, elbette fesadı (bozgunculuğu) sevmez. Bakara Sûresi, 205”

“Transhümanizm Tehlikesi ve Alternatif Bir Yol – 2” yazısına 2 yanıt var

  1. Bahri demiş ki: ( 17 Kasım, 2016, 0:04)

    İlginçtir, sanki ‘humans’ dizisinin senaristleri bu yazının son kısmına inat 2. Sezon 3. Bölümde sahibine aşık olan sentetiğe değinmiş. Gümbür gümbür geliyorlar, kaleminize kuvvet.

  2. Soundbug demiş ki: ( 21 Ocak, 2016, 10:12)

    Egonun kitlesel olarak belki de tarihteki en büyük saltanatının yaşandığı, hedonizmim adeta tek amaç haline geldiği, aklın kalple koordineli olarak aktif bir şekilde kullanılmadığı, duyguların ise maddecilik ve benmerkezcilik nedeniyle dumura uğradığı günümüzde.. İlgi çekici bir reçete.

    Ayrıca yazının son paragrafında, transhümanizm bağlamında taşların ne kadar yerine oturduğu görülüyor.

    Elinize sağlık..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.