Değişim ve İç Dinamikler

, 10 Şubat 2016

MEHMET POLAT – Animelerde transhumanizm etkisini anlamaya çalışırken dikkat edilmesi gereken önemli noktalar var.

  • İlk olarak Japonların bu tür konularda hiçbir şekilde “fikri alanda” başı çekmiyor olduğunu anlamak gerekli.
  • Bu anlaşıldıktan sonra neden bu tip meselelerin bu kapalı dünyada bu kadar çabuk kabul gördüğü ile ilgili bir takım tahminlerde bulunmalıyız.
  • Bu tahminler Japonların neden batı dünyasının (ki onların da değişen ve eski reflekslerini hızla kaybeden bir toplum olduklarını unutmamak gerek) rahatsızlık hissettiği insani meseleleri kabulde zorlanmadıklarını açıklamalı.

Japonlar “fikri alanda” başı çekmiyor.

Bizim gibi yeni uyanan toplumlara ilk başta öyle görünse de aslında bu konuların hiçbirisi yeni değil. Evet, 1995’teki bir animede robotlarda şuur olup olamayacağı tartışılıyor. Ne olmuş yani. Isaac Asimov’un 1950’de yazdıklarına bakın. 20. yüzyıldaki teknolojik gelişmelerden çok öncesinde cansız maddeden insansı bir varlık yaratma tutkusunu antik tarihte Yahudilerin golem efsanesinde bulmak mümkün.

Fikirler yeni değil ancak belki bazı alanlarda batı sinemasından erken davranılmış. Bunun da açıklamaları yapılabilir.

Ortada büyük bir endüstri ve zamanla oluşan talepler var. Talepler “sihirli bir şekilde” oluştuktan sonra bu kültürün içinde büyüyen yönetmenler ve senaristler oluşan formları takip edecektir. Uzun süre boyunca bu pazarın ekseriyetinde olan değişimleri incelerseniz gelip geçen trendlere yol veren baskın kuvvetin -arka plandaki derin fikirlerden ziyade- basit pazarlama ihtiyaçları olduğunu görürsünüz. Önemli olan neyin sattığı. Çarkların dönmesi gerek.

Ayrıca Japon animasyon sektörü dışarıdan bağımsız bir yapı değil. Batı sinema ve animasyon sektörü kendi başına ve iç etkilerle gelişmiş. Ancak madalyonun diğer tarafında Japonlar sürekli yabancı yapımlardan etkilenmişler.

Bunu bu sektörün ilk oluşumunda gözlemlemek mümkün. Evet, bu gün dev bir endüstri olan Japon manga kültürünün 2. dünya savaşı sonrası dönemdeki ilk örneğinde (Tetsuwan Atom – Astro Boy) Walt Disney’in etkisi aşikardır. Bahsettiğim etki yalnızca tarzda da değil. Astro boy bir çeşit pinokyo hikayesi. İnsan duygularını hissedebilen bir robot çocuk. Bir bilim adamı tarafından ölen çocuğunun yerine yapılıp sonra terk edilmiş. Aynı robot çocuk daha sonra sevgiyi öğrenip insanlık için savaşıyor vs.

1950’de çizilmiş olan bu çizgi romanın konusu Japonların bu konuda öncü olduğu fikrini size vermesin. Walt Disney’in pinokyo adaptasyonu 1940’da yapılmış. Pinokyo hikayesinin aslı ise (çok daha rahatsız edici ve karanlık bir hikaye olmakla birlikte) 1881’de kaleme alınmış. Ayrıca Astro boy’un çizeri olan Osamu Tezuka’nın çizgilerinde o zamanın Disney etkisini görmek hiç de zor değil.

İnsan yapımı şuurlu varlık ve bu varlığın ahlaki değerlerle buluşması fikri 21. yüzyıla ait değil.

Anime filmlerinin daha sonradan çok farklı konuları kapsayacak evriminin de çekirdeklerini bu ilk zamanlarda görmek mümkün. İlk olarak sinema o kadar gelişmiş olmadığı için (hatta 2. dünya savaşı sonrası hiç olmadığı için) yazılı olan kültür daha çok gelişme alanı bulmuş. İlk başta çocukları eğlendirmek için başlayan bu çizgi roman kültürü söz konusu çocukların büyümesi ile çok daha geniş bir okuyucu kitlesinin taleplerini karşılamaya başlamış. Bununla manga sektörü daha önce tarif ettiğimiz büyük endüstriye dönüşmüş.

Ayrıca manga çizerlerinin ve anime senarist ve yönetmenlerinin de batı kaynaklarından ağırlıklı olarak besleniyor olduğunu unutmamak gerekli. Çağdaş manganın babası olarak bilinen Osamu Tezuka, Walt Disney’den ilham alıyordu dedik. Gantz’ın çizeri olan Oku Hiroya çizime başlarkenki esin kaynağının “Back to the Future” serisi olduğunu söylüyor. Anime dünyasının deha yönetmenlerinden biri olan Satoshi Kon’un işlerinde Amerikan sinemasına yakın bir tat bulmak mümkün. Studio Ghibli’nin kendine has tarzı Disney’in tarzının farklı bir yönde evrimleşmesi gibi görülebilir.  Amerikan sineması Japonya’da popüler. Hatta bugün birçok Japon genci belirli kelimelerin İngilizcesini kendi dillerinden daha havalı buluyor ve günlük dilde kullanıyor. Bu tür etkiler teknolojide ve gelecekle ilgili meselelerde çok daha belirgin. Dünya küçüldükçe de daha belirgin olacak. Evet, Japonların ulusal bir kimlikleri var. Evet, bu yaptıkları her şeyin bir miktar egzotik olmasını sağlıyor. Ancak aynı Türkiye’de olduğu gibi biraz daha dikkatli baktığınızda rahatlıkla söyleyebilirsiniz ki: “O kadar da farklı değiller.”

Anime sektörünün temel dinamikleri ile ilgili yapılacak en önemli yorumlardan biri, ekilen herhangi bir fikrin diğer büyük sektörlere nazaran daha çabuk kök salıyor hatta tüketiliyor olması. Bu sayede birçok alanda batıda daha görünmeyen örnekler üretilebiliyor.

Peki neden?

Ya da soruyu değiştirerek soralım:

Neden bir sonraki mantıksal adım (ye da telkin) kendini daha çabuk gösterebiliyor?

Eğer Japonların yapım mantıklarına bakarsanız batıdan bir takım farklarını görürsünüz. İlk olarak çıkan ürün sayısı çok daha fazladır ve yapım programları oldukça sıkışıktır. Ayrıca oturmuş bir çizgi roman kültürü ve bu kültürde yetişmiş birkaç nesilden bahsedebiliriz. Üretmesi daha kolay olan ve oturmuş bir pazarı olan çizgi romanlar, batıda gördüğümüz örneklerinden çok daha geniş bir kitleye ulaşabiliyor. Bunun bir getirisi olarak birçok özel istekleri olan küçük gruplara hitap edebilen örnekler bulmak mümkün.

Japonya’da bir manga dükkanı

Anime sektörü Japonya’nın nispeten az nüfusuna rağmen Amerikalıların geliştirdiği dizi-film sektörü kadar (belki de daha çok) çeşitli. Çok daha geç başlamış ve uzun bir süre sadece iç pazarda gelişmiş bir endüstrinin bu noktaya gelebilmesinin belirgin bir takım sebepleri var.

İlk olarak büyük endüstriler hantaldır. Bütçe arttıkça risk almak daha korkutucu bir hale gelir. Büyük stüdyoların başarı için daha kesin formüller kullanma eğilimi vardır. Yenilikçi ve kabiliyetli iyi yazarlar ve yönetmenler, gerçek niteliğin doğası gereği her zaman azdır. Bu yüzden birçoklarının başkalarını taklit ettiğini görürsünüz. Bir tane iyi savaş filmi bir yığın kötü uygulanmış benzer formüllü savaş filmiyle çıkar mesela. Çarkların dönmesi gerek.

Öte yandan eğer riske attığınız sermaye o kadar büyük değilse yeni şeyler denemeniz çok daha kolay olur.

Japonya’dan çıkan animasyonlara bakarsanız ekseriyetin uyarlama olduğunu görürsünüz. Çizgi roman, kitap ve Visual novel denilen farklı bir oyun formunun adaptasyonları.

Anime sektörü bu gün gerçekten dev boyutlara ulaşmış olabilir. Ancak çizgi roman sektörü de onunla birlikte gelişmiştir. Kaliteli bir animasyon serisi yapmak için milyon dolarlar dökmeniz gerekirken zaten 20 tane çizgi romanın yayınlanan haftalık bir dergide yirmi birinciyi denemeniz çok da maliyetli değildir. Zaten derginiz sadece beş altı kaliteli iş sayesinde satılmaktadır ve zaten bir çizgi roman (manga) tek kişiden beş altı kişiye ulaşan küçük ekiplerle yapılmaktadır. Japonların sağlıksız çalışma disiplinlerini de işin içine katarsanız yıllık ne kadar çizili hikayenin ortaya çıktığını az çok tahmin edebilirsiniz.

Hatta meselenin daha anlaşılır olması için aylık veya haftalık çıkan ve her biri 5 ila 20 arası farklı çizgi roman barındıran manga dergilerinin bir listesine bakabilirsiniz.

Animasyon stüdyoları genelde bu tip dergilerde çıkan popüler olmuş çizgi romanları animasyona çeviriyor. Bu şekilde zaten var olan bir fanbase için iş yapmış olarak riski azaltmış oluyorlar.

Amerika’da dizi senaristi olmanın aksine, bu tip bir dergide hikayenizin yayınlanması için sadece Japon çalışkanlığına sahip olmanız yeterli. (Evet, zor. Ancak maliyetsiz.) Girişim imkanları çok daha geniş bir kitleye açık. Bu dergiler birkaç çizgi romanlık paketler olduğu için yeni konuları irdelemek okuyucu kitlesinin artması anlamına geliyor. Bu çeşitlilik ihtiyacı da yazarları çok daha küçük ve özel isteklere sahip kesimlere yönelmek için cesaretlendiriyor. Sonuç olarak ortaya her yaşa ve her insan tipine hitap eden bambaşka örnekler çıkıyor.

 

Aylık çıkan bir dergide yalnızca birkaç panellik bir manga serisi olarak (solda) sağladığı sınırlı başarıdan sonra 2009’da Kyoto animasyon stüdyosu tarafından animeye çevrilerek (sağda) para makinesine dönüştürülen K-on! adlı seri. Manga aşırı derecede basit ve tek bir kişinin üstesinden gelebileceği bir iş yüküne sahip. Ancak kullanılan fikirle ilgili pazar araştırması konusunda altın değerinde olanaklar sunuyor.

İşte bu yüzden her şeyle ilgili manga veya anime bulabilirsiniz. Her şeyle. Transhumanizmin de bunlardan biri olabileceğini görmek zor değil. Okuyucu kitlesi zaten son derece spesifik. Bu noktada bahsedilen konunun ilgi çekiciliğini de ele almak gerekli. İnsana dair her soru irdelendiğinde ilgi çekici olacaktır. İlgi çekici olmak ise özellikle Japon manga marketinde başarı ile direk pozitif korelasyonu olan bir olgu. Kalite sonradan gelebilir.

Bu sistemi özellikle sevdiğimi söyleyebilirim çünkü bu çeşitlilik, uzun zaman dilimlerinde hangi toplumda neyin daha iyi sattığını gösterme konusunda çok iyi. İnanılmaz kalitede örneklerle gelmesine ve kalıcı yapıtlar ortaya koyma iddiasına rağmen bu gün bakıldığında transhümanizm çok da başarılı olmuş bir örnek değil. Bunun sebeplerinden birisi tam da bahsettiğimiz çeşitlilik ve hızlı dönüşüm. Animatrix’in yapımından bahseden 2000lerin başındaki bir belgeselde bu medyadan bahsederken kullandıkları tarifler ile on yıl sonra günümüzdeki görüntü birbirinden oldukça farklı. Bu konuda uzak doğuya bir çeşit deney sahası olarak bakmak da son derece mümkün.

Belgesel: Scrolls to Screen: History and Culture of Anime

Birileri size neden bu tip yeniliklerin Japonya’da kabul gördüğü ile ilgili bir şeyler söyleyebilir. Aynı şekilde neden birçok yeniliğin o kadar da kabul görmediğini de anlatmak mümkün.

Japonlar eski inanışları gereği bu tip şeylere karşı rahatlar ve daha çabuk kabulleniyorlar diyenler olabilir. Benim kişisel gözlemim bunun büyük oranda saçmalık olduğu. Günümüzün seküler batı dünyası da bir o kadar rahat. Seküler olmayan kısım ise her hangi bir tehlikenin ya da konuyla alakalı en basit felsefi tartışmaların farkında değil gibi davranıyor. Yani kısacası “şuurlu robot” konsepti eğlence dünyasında kaldığı sürece kimse sorun çıkarmıyor.

Hatta anime sektöründe geçtiğimiz on yılda ana akımdaki değişimi incelersek şuurlu robotlardan bahseden rahatsız edici post apokaliptik temaların çok kaliteli olmadığı sürece günlük hayattan bahseden nispeten tutucu serilere karşı kaybettiğini ve yalnızca çeşitlilik içinde farklı bir renk olarak kaldığını görebiliriz.

“Knights of Sidonia” gibi çizgi romanlar zaten kısıtlı bit okuyucu kitlesi için çıkıp başarılı olanlar. Konseptin bu kadar karmaşık ve uçuk olmasının sebebi ise bu kadar niceliksel bir çeşitliliği olan bir pazardaki her ürünün diğerlerinden farkını gösterebilmek için sürekli yeni formlar arıyor olması.

Eklemem gerekli ki bu açıklamalar her örneğe de uyacak diye bir şey yok. Pazarın özellikle niteliksiz kısmının yeni fikirler için her türlü kaynağa saldırıp tüketmek zorunda olması çeşitliliğin bir sebebi. Bu bir çok sistem gibi bu pazarda değişik sezonlarda hakim olan bir takım ısmarlama ürünün olmadığını kesin olarak göstermez. Hatta Ghost in the shell gibi nispeten erken tarihlerdeki örneklerde kullanılan sembolizm ve isabet bazı işlerin bilinçli araştırmalar ve belki planlar dahilinde olabileceği fikrini güçlendiriyor. Ancak son yıllarda anime dünyasının yönelimine bakınca finansal kaygıların geleceğin zihinlerinin yapılandırılması gibi “bilinçli” amaçların çok önünde olduğunu görüyoruz.

Günümüzde yazılan birçok senaryodaki insan ve makine arasındaki çizgiyi silme eğilimi daha çok çağın ruhuyla bağlantılı.

Şöyle ki: Bahsettiğimiz konular gelecekle ilgili barındıkları tehlikeleri ve inançları tamamen yok etme iddialarını bir kenara bırakırsak gerçekten çekici ve eğlenceliler.

Anlayabilmek için her türlü maneviyattan uzak bir hayat tarzını benimsemiş biri gibi düşünün. İlk olarak eski dünyanın insanları anlaşılmaz ve belki de aptal gibi görünecek. İnandıkları şeyler ve yaşama motivasyonları sizin rahat 21. yüzyıl hayatınızda geçerli şeyler değil. Ancak sizin hayat tarzınızın da bir takım sorunları var. İlk olarak günümüzdeki bilimin üslubu birçok kişi için oldukça sıkıcı. Gözlemleyebileceğimiz birçok şeyin sınırına gelmişiz gibi bir hava estiriliyor ve aptal olduğunu düşündüğünüz o eski insanların düşünmüyor olduğu birçok alana ışık tutan bilim onların rahatlıkla cevapladığı birtakım soruların yakınından bile geçmiyor.

“İnsan nedir?” sorusu bunlardan biri. Anlamıyor olduğunuz ve derinine indiğinizde ilginç bir rahatsızlık hissedeceğiniz bir soru bu. Bilimin dönüştüğü yeni din tam da bunlarla ilgili. Bir takım beyaz önlüklü rahip tarafından hissettiğiniz inanılmaz boşluğu doldurmaya çalışan cevaplar üretiliyor. İnsan nedir? Biyolojik bir makine. Ruh nedir? Evrimleşen şuurun bir illüzyonu. Eğer nedenselliğin büyüsü ile kendinizi körleştirdiyseniz başka şekilde düşünmeniz çok da mümkün değil.

Aslında bunların hepsi üstü kapalı bir maneviyat talebinin dışa vurumu. Yaşadığınız ortam ne kadar farklı olursa olsun 200 yıl önce hayatını bir tarlada geçiren atanızdan o kadar da farklı değilsiniz. İhtiyaçlarınız aynı. Sahip olduğunuz inanılmaz teknoloji ise birçokları için yalnızca önemli soruları ertelemeyi sağlayan gelişmiş bir oyalanma aracı. Evet, ölümden korkmadığınızı zannediyorsunuz ve evet insan olmanın ileri bir anlamı olmaması fikri sizi çok da rahatsız etmiyor gibi. Çünkü kafanız ya Game of Thrones’da ne olacağı ile ya da borsadaki döviz kurlarıyla meşgul.

İnsanlık olarak öyle zavallı bir durumdayız ki, bu şeyler elimizden alınsa bile asıl soruları sormadan önce yeni oyalanma araçları talep edeceğiz. Konu hiçbir zaman önemli şeylere gelmiyor çünkü bu tip şeyleri düşünmemek için eğitilmişiz.

Bu maneviyat ihtiyacını bir de batıl bir dini kökeni olan ve günümüzde yüzde yetmişi hiçbir şeye inanmayan bir toplumun içinden düşünün. İnsan nedir sorusu ne kadar yıkıcı işlenirse işlensin inanılmaz bir ilgi çekiciliğe sahip olacaktır. Verilen cevaplar korkunç ve iç karartıcı. Ancak 21. yüzyılda hayatınızın dönüştüğü monotonluğun kontrastında bu hisleri bile özlüyoruz.

Maneviyatsızlığın açtığı pencereden bakılınca insana dair sorulan bütün sorular ilgi çekicidir. Hayatınız boyunca “ben neyim?” sorusunu atlamışsanız transhumanizm size çok farklı görünecektir. Yeni bir umut ışığı gibi. İtiraf etmeseniz de en derin, hatta farkında bile olmadığınız ihtiyaçlarınızı karşılayacağını sandığınız yeni bir ışık. Kimileri için büyük soruların ve muammaların cevabı, kimilerine göre ise inanılmaz girişim fırsatları.

Tehlikelerden bahsederken meselenin çekiciliğinin atlanmaması gerektiği kanaatindeyim.

20. yüzyıl boyunca görmezden gelinen ve tahrip edilen ihtiyaçlara sahte çözümler üretiyor olması zaten bu yeni akımların asıl tehlikesi.

Anime sektörüne geri dönersek, 90’ların sonunda bu sektör transhumanist etkilerin pazarlanabileceği bir yapıya dönüştürülmeye çalışılmış gibi ancak belki sınırlı pazar kapasitesi, belki de zamanlamanın yanlış olması sektörü başka yönlere itmiş.

Anime dünyasının evirilmesini sağlayan sistem etkili bir sistem. Ancak birçok farklı şeye dönüşebilecek bir yapısı var. Transhumanizm bunlardan yalnızca biri. Belki söylenebileceklerin hızlı tüketilmiş olmasındandır belki de zamanlamanın yanlışlığından, ancak bu gün o kadar kuvvetli değil. Daha doğrusu robotlardan hiç farkımız yokmuş gibi davranıp bu konudaki argümanları sözlü olarak kör göze parmak şeklinde ifade etmek batıdaki dikkatlice örülen ve toplumun kabul seviyesiyle birlikte yürütülen örneklere kıyasla zayıf kalıyor.

Bugün anime dünyası başka bir şeye dönüşüyor.

Devamı: Kültürel etkiler ve ana akımın dönüşümü.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.