Mirandolalı Pico
Davut Demirhan, 13 Nisan 2016Transhümanizm’in Hümanizm’deki felsefi kökenine bir örnek: Mirandolalı Pico
Burada “Batıya Yön Veren Metinler” adlı çalışmadan bir metni tamamen alıntılayacağım. Bu çalışmaya şuradan ulaşabilirsiniz, aşağıdaki metnin açıklama dipnotları içeren versiyonunu da aynı sitede pdf formatında bulabilirsiniz. Bazı ifadeler bir transhümanist tarafından günümüzde söylenmiş gibi göründüğü için ilgimi çekti. Yazarın bir yerde Yaratıcı’dan masonların kullandığı tabiri kullanarak “Ulu Mimar” olarak bahsetmesi, Papalık Komisyonu’nun kitaptaki tezlerin tamamını sapkın bulması da dikkate değer noktalardan. Yazarın ana ilgi alanları siyaset, tarih, din ve büyü olarak geçiyor. Hermetisizm ve Kabala ile ilgilenmiş. Belki de detaylı olarak incelenmesi gereken birisi.
En çarpıcı olduğunu düşündüğüm yerlerin altını çizdim fakat metnin geri kalanı da yazarın Yaratıcı, insan, Yaratıcı-İnsan ilişkileri, insanın varlığının gayesi gibi konulardaki düşüncelerinin görülmesi için önemli olduğundan herhangi bir kısmını çıkarmadan tüm metni alıntıladım.
Aşağıdaki kısım alıntıdır:
Mirandola Kontu Giovanni Pico (1463-94) İtalyan Rönesansı’nın en iyi eğitim almış kişilerinden biriydi. Latince ve Yunancaya aşina, skolastisizm, İbranice, Arapça ve yerel İtalyan edebiyatı alanlarında yetkindi. İnsancılarla dosttu, bir süre Floransa Akademisi’nin Eflâtuncularıyla da arkadaşlık etti. İnsanın Saygınlığına Dair Nutuk [De hominis dignitate] Roma’da ilgilenen herkesi davet ettiği bir münazaranın (1486) açılış konuşması olarak yazılmıştı, insanoğlunun bilgi peşinde koşmasının önemini Yeni Eflâtuncu bağlamda savunuyordu. Dokuz yüz tezden oluşan Nutuk, esas itibariyle dinlerin birbirine karıştığı insancı bir “uzlaşımcılık”tı (sinkretizm) ve münazarayı Papa VIII. Innocent erteledi. Daha sonra kurulan Papalık Komisyonu, Pico’nun savunmayı planladığı dokuz yüz tezin de sapkın olduğuna karar verdi.
İnsan Haysiyetine Dair
Mirandolalı Pico
Arapların ve saygıdeğer Babaların kayda geçirdiklerini okurken, Saracenli Abdala’nın, kendisine dünyanın bu döneminde en çok neyin hayranlık uyandırıcı olduğu sorulunca şu cevabı verdiğini öğrendim: “İnsan.” Bu görüşe Hermes Trismegistus da katılır: “En büyük mucize insanoğludur.” Ne var ki, bu sözlerin ardında yatan nedeni düşününce, insan doğasının çokyönlü mükemmeliyetine dair söylene gelenlerin -tüm yaratıkların aracısı, tanrıların mahremi, aşağı düzeydeki varlıkların kralı; keskin duyuları, muhakeme kabiliyeti ve parlak zekâsıyla doğanın mütercimi; sabit sonsuzluk ile uçup kaçan zaman aralığı ve (Perslerin dediği gibi) rabıta; Davut’a göre meleklerden biraz aşağıda bir varlık- beni tatmin etmediğini gördüm. Bunlar esas nedenler değil, çünkü insanoğlunun en büyük hayranlık uyandıran yaratık olduğu iddiasını haklı çıkarmıyorlar. Mesela, neden meleklere ve göklerdeki kutlu ahenge daha büyük bir hayranlık duymayalım ki? Öyle görünüyor ki, insanoğlunun neden en şanslı yaratık ve dolayısıyla hayran olmaya değer bir varlık olduğunu, evrensel Varoluş zincirinde payına düşeni ve hangi mertebede bulunduğunu -ki, yıldızların ve dünya dışı zihinlerin bile kıskanacağı bir mertebedir- sonunda tam olarak anladım. Aslında bu mucizevi bir şey ve eskiye dayalı bir inanca dayanıyor. Neden olmasın? İnsanoğlu büyük bir mucize, muhteşem bir varlık olarak adlandırılmayı gerçekten hak ediyor.
Beni duyun dost murakıplar, (yani) Babalarımız, bu mertebenin tam da ne olduğunu duyun, bana bu iyiliği yapın. Baba Tanrı, o Yüce Mimar, gördüğümüz bu kozmik evi, bu en kutlu mabedini, o gizemli bilgeliğinin ürünü olan yasalarıyla çoktan inşa etmişti. Göklerin de üstündeki bölgeyi Akıllarla donatmış, göksel kürelere ebedi ruhlar vasıtasıyla hareket kazandırmış ve aşağıdaki dünyanın mülevves bölgelerini her türden hayvanla doldurmuştu. Ama işi biten Zanaatkâr, birilerinin bu muazzam çalışmayı görüp üstünde düşünmesini, büyüklüğüne, enginliğine ve güzelliğine hayran olmasını istedi. Dolayısıyla, (Musa ile Timaeus’un tanıklık ettiği üzere) her şey bittikten sonra insanoğlunu yaratmayı düşünür oldu. Ne var ki, elindeki numuneler (arketip) istediği gibi yeni bir nesep yaratmasına elvermediği gibi, hazinesinde de bu nesebe miras olarak bahşedebileceği bir şey yoktu. Dahası, dünya üzerinde bu (yeni) varlığın oturup kainatı seyrederek düşünebileceği yer de kalmamıştı. Her şey tamamlanmış, tüm şeylere en yüksek, orta ve en aşağıda olmak üzere yer tahsis edilmişti. Ne ki, Baba, son bir eser daha yaratacak kadar güçlüydü ve Bilgeliği fikir yoksunu biri gibi kararsız kalmasına el vermezdi. İlahi âlicenaplığına şükretmek, O’na övgüler yağdırmak için yaratmayı düşündüğü bir varlığı, diğer varlıkların nezdinde Kendisini kınamak zorunda bırakması merhametsizlik olurdu.
Zanaatkâr sonunda doğru dürüst hiçbir şey veremediği bu yaratığın, diğer yaratıkların kendine has ve birbirinden farklı özelliklerinin tümüne sahip olmasını buyurdu. Dolayısıyla, insanoğlunu doğası belirsiz bir yaratık olarak tasarlayıp onu dünyanın tam ortasına yerleştirdi ve ona şöyle dedi: “Sana kendine has bir mekân veya şekil vermedik, Âdem. Şu nedenle ki, aklının erdiğince kendi istediğin mekâna, şekle ve işleve yine kendin sahip çık. Diğer tüm yaratıkların doğaları sınırlı, onlar Bizim tarafımızdan konulan yasalarla kısıtlanmış durumda. Hiçbir şekilde kısıtlanmamış olan sen, kendi özgür iradene teslim edildin ve yaratılışının sınırlarını kendin belirleyeceksin. Seni dünyanın tam ortasına yerleştirdik ki dünyadaki her şeyi gör. Seni ne göksel, ne dünyevi, ne ölümlü, ne ölümsüz kıldık ki, kendi kendinin yaratıcısıymışçasına özgürce seçim yap ve kendine istediğin şekli ver. Sana yozlaşmak suretiyle en alt düzeyde vahşi bir hayvan gibi yaşama gücü vereceğiz. Sen aklın ve ruhunla yaptığın muhakeme uyarınca yeniden doğabilecek ve daha yüksek düzeylere, ilahi bir yaşama da yükselebileceksin.”
Ah o Baba Tanrı’nın âlicenaplığı, ah insanlığın en yüce ve en muhteşem mutluluğu! İnsana nasıl isterse öyle olma, ne isterse onu yapma gücünü bahşetmekte! Hayvanlar annelerinin rahminden çıkarken… sahip olabileceklerinin tümünü beraberlerinde getirir. Ruhani varlıklar ya en baştan itibaren ya da doğduktan hemen sonra, sonsuza dek ne olacaklarsa ona evrilir. Baba, insanoğlunun içine gündelik yaşamın gerektirdiği her türlü tohumu daha doğarken koyar. İnsan bu tohumlardan hangisini ekip biçer ve yetiştirirse, odur olgunlaşarak büyüyecek ve meyve verecek olan. İnsanoğlu, bunlar bitkisel tohumlarsa bitki gibi, duyguysa kaba ve şehvetli, akılcıysa göksel bir varlık olarak büyüyecektir ve şayet entelektüel ise Tanrı’nın oğlu, yani bir melek olacak, kendi merkezine çekilir ve ruhu Tanrı ile bütünleşirse, Tanrı’nın (ki her şeyin üstündedir) ıssız karanlığında her şeyin üstüne çıkmak suretiyle yaratılanların olmadığı kadar mutlu olacaktır. O, değişken kişiliği ve kendi kendini dönüştürebilen doğasıyla, Atinalı Asclepius’un haklı olarak dediği gibi, Proteus’un sembolize ettiği bir varlıktır. Bu metamorfoz, İbraniler ile Pisagorcular arasında da yaygındı.
İbranilerin okült inancı bazen Hz. İdris’i, Mal’akh Adonay Shebaoth adını verdikleri ilahi bir meleğe dönüştürür ve bazen de diğerlerini başka başka göksel varlıklara. Pisagorcular takva sahibi olmayanları vahşi hayvanlara, hatta biri Empodocles’e inanacak olsa, onu da bitkiye dönüştürür. Onları örnek alan Hz. Muhammet de şu sözleri dilinden düşürmez: “Allah’ın buyruğuna uymayanlar birer hayvana dönüşür.” Haklıdır. Bitkiyi bitki yapan kabuğu değil, duyarsız doğası; hayvanı hayvan yapan postu değil, duyarlı ve fakat akılsız ruhudur. Aynı şekilde, gökleri gök yapan küreselliği değil, değişmez düzeni; meleği melek yapan bedeninden vazgeçmiş olması değil, ruhani aklıdır. Kendini bedensel hazza kaptırıp yerlerde sürünen birini görürseniz bilin ki o bir insan değil, bitkidir; kendini Calypso gibi hayallere kaptırıp başka bir şey görmez olan birini görürseniz bilin ki o bir insan değil, hayvandır. Şayet her şeyi muhakeme sonucu açıklayan bir filozof görürseniz, önünde eğilin, çünkü göksel bir varlıktır. Şayet bedeni unutup zihnin derinliklerine ulaşmak üzere tefekküre dalmış birini görürseniz, bilin ki o ne bu dünyaya, ne de gökyüzüne aittir; o insan derisine bürünmüş, muhterem bir varlıktır.
Etini (kendini) istediği her şekle sokup değişen ve her yaratığın özelliğine büründüğü için Musa’nın ve Hıristiyanların kutsal yazılarında, haklı olarak, bazen “et yığını”, bazen de “her mahluk” olarak tanımladıkları bir adama hayranlık duymayacak biri var mıdır? Bu nedenledir ki, Persli Euanthes, Babilli büyücülerin, insanların dış görünüşlerinin doğuştan sahip olduklarıyla uyuşmadığını, yaratılışlarına ters düştüğünü söyleyerek, Chaldaean için şöyle der: “Hanorish tharah sharinas”, yani “İnsanoğlunun doğası çok değişken ve tutarsız.” Neden bunun üstünde duruyoruz? Duruyoruz, çünkü yaratılışımız o ki, ne istiyorsak öyle olabiliriz. Bunu iyi anlamalı ve ayrıcalıklı özelliklerle donatılmış olarak dünyaya gelen bizler, bunun idrakiyle, akılsız hayvanlar gibi davranmak yerine, Asaph peygamberin dediği gibi davranmalıyız: “Hepiniz birer melek ve En Yüce Olan’ın çocuklarısınız.” Baba’nın âlicenaplığını istismar etmemeli, bize bahşettiği özgür iradeyi kötüye değil, iyiye kullanmalıyız. Bırakalım ruhlarımızı kutsal arzular/tutkular sarsın ki, sıradan olanla yetinmeyelim ve tüm gücümüzle en yüksekleri hedefleyelim, çünkü buna muktediriz.
Dünyevi şeyleri hafife alalım, göksel şeyleri küçümseyelim ve sonunda dünyaya dair her şeye daha az itibar etmiş olarak, öteki dünyaya, Tanrı’ya en yakın yere doğru koşalım. Serafim, Kerubim ve Thrones’in orada en ön sırada oldukları söyleniyor; onların iradesine teslim olamayan ve daha aşağı bir konumda olmaya tahammül edemeyen bizler, onlara benzemeye, onlar kadar saygın olmaya çalışalım. Eğer istersek, ikinci sıradaki yerimizi alabiliriz.
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017