Transhümanizm ve “Hayat” Hakikati – 2
Selim R. Toprak, 14 Nisan 2016
Yaşamın bilinci yaşamın kendisinden daha yüksektir. Dostoyevski
Bir önceki yazıda transhümanistlerin vaadlerini yapay zeka, sentetik ruh, aktarılmış bilinç gibi kavramlar etrafında kurgulayarak kitlelere sunduklarını, bu kavramların ise hayat hakikati ile çok sıkı irtibat içinde bulunduğu saptamasını yapmış ve Kuranî perspektiften hayat bahsi üzerinde durmaya çalışmıştık. Bu kritik konuya kaldığımız yerden devam edelim:
“Varlığın kemâli (olgunluğa ermesi, mükemmelleşmesi) hayat iledir. Belki onun hakiki varlık olması, hayat ile mümkündür. Hayat, varlığın nuru; şuur (bilinç, farkındalık), hayatın ışığıdır. Hayat, her şeyin başı ve esasıdır; adeta her şeyi bir tek canlıya mâl eder, bir şeyi bütün diğer varlıkların sahibi hükmüne geçirir. Hayat sayesinde bir canlı: “Her şey benim malımdır. Dünya, evimdir. Kâinat bana Mâlikim (Sahibim olan Allah) tarafından verilmiş bir mülktür.” diyebilir.
Nasıl ki ışık, cisimlerin görülmesini sağlar ve -bir değerlendirmeye göre- renklerin varlık sebebidir. Aynı şekilde, varlıkların keşşafı, yani onların gizli inceliklerini ortaya çıkaran da hayattır. Hayat, çeşitli keyfiyetlerin (niteliklerin) meydana gelmesine vesiledir. Küçük bir parçayı yani cüzîyi/tikeli bütün haline getirir, büyük ve küllî/tümel yapar. Bütünü ise bir parçanın içine sığdırır. Sayısız şeyi ortak kılıp bir araya toplayarak tek varlık haline getirmek ve bir ruha mazhar etmek gibi, varlığın bütün mükemmel vasıflarının kaynağıdır. Hatta hayat, sayısız varlık tabakalarında Cenâb-ı Hakk’ın birliğinin bir çeşit tecellisidir; ehadiyetin, yani O’nun (cc) her bir varlıkta ayrı ayrı görünen birlik tecellisinin aynasıdır.
Cansız bir cisim, (büyük bir dağ bile olsa) yetimdir, gariptir, yalnızdır. Sadece bulunduğu mekânla ve ona temas eden şeylerle münasebeti vardır. Kâinattaki başka her şey o dağ için ölüdür. Çünkü ne hayatı var ki hayatla alâkası olsun, ne şuuru var ki başka varlıklarla alâkası bulunsun. Şimdi de küçücük bir canlıya, mesela balarısına bak! Hayat onun içine girdiği anda, bütün kâinatla öyle bir münasebet kurar, bilhassa yeryüzündeki çiçek ve bitkilerle öyle bir alışveriş yapar ki, “Şu yeryüzü benim bahçemdir, dükkânımdır.” diyebilir. Kendindeki fıtrî hislerle o arı, dünyadaki çeşitli varlık türleriyle dostluk kurar, alışverişte bulunur, onları adeta kendine ait kılar ve onlarda tasarruf eder. İşte hayat en küçük canlıda tesirini (etkisini) böyle gösterirse, elbette en yüksek mertebe olan insanın hayat tabakasına çıktıkça öyle genişler, inkişaf eder (açılır) ve nurlanır ki, ona erişen canlı, hayatın ışığı olan şuuru ve aklıyla, bir insanın kendi evindeki odalarda gezmesi gibi, yüce, ruhani ve cismani âlemlerde gezer. Yani, o şuur sahibi canlı, mânen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler de resim ve suretler halinde onun ruhunun aynasına misafir olur.
Hayat, Zât-ı Zülcelâl’in (celal ve azamet sahibi Allah’ın) birliğinin en parlak delillerinden biri, en büyük bir nimet madeni, en tatlı bir merhamet tecellisi ve O’nun nezih sanatının gizli, bilinmez bir nakşıdır.
Evet, gizli ve incedir. Çünkü hayat mertebelerinin en aşağısı olan bitkilerin hayatı ve onun da en alt derecesi olan çekirdekteki hayatiyetin yeşermesi, yani uyanıp açılarak boy atması, o derece göz önünde ve çokça meydana geldiği halde, alışkanlık (ülfet) perdesi altında, Hazreti Âdem zamanından beri gizli kalmıştır. Hakikati, insanın aklı ile tam olarak keşfedilememiştir. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki, iki yönü de, yani, mülk ve melekût yönleri de paktır, şeffaftır. (mülk ve melekût âlemleri: Varlığın, aynanın boyalı ve parlak taraflarına benzeyen, dış ve iç yüzleri. Melekût tamamen Yaratıcısına dönük, her şeyin şeffaf ve temiz olduğu, sebeplerin tesirinin bulunmadığı, aynanın parlak yüzü gibi olan âlemdir. Mülk âleminde ise sebepler, Yaratıcının izzetine ters olan hallere perde ve vesile olur, aynanın boyalı yüzüne benzer.) Cenâb-ı Hakk’ın kudret eli, sebepler (neden-sonuç ilişkilerinde, nedensellikte neden gibi gözüken ve fakat hakikatte gerçek tesiri olmayan vesileler) perdesini koymadan, ona doğrudan doğruya temas eder. Fakat başka kıymetsiz şeylere ve ilahî kudretin izzetine, yüceliğine uygun düşmeyen, görünüşte temiz olmayan hallere perde hükmüne geçmesi için zahirî sebepleri yaratmıştır.
Kısacası: Denilebilir ki, hayat olmadan varlık, varlık değildir; yokluktan farksızdır. Hayat, ruhun ışığı; şuur, hayatın nurudur. (..)
Madde asıl değildir; varlık onun emrinde ona hizmet edip tâbi olamaz. Madde ancak bir mânâ ile ayakta durur. İşte o mânâ hayattır, ruhtur. Hem gözle görüldüğü üzere, madde efendi değildir ki her şey ona indirgensin. Belki hizmetçidir; bir hakikatin mükemmelleşmesine hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatin esası ise ruhtur. Hem açıkça görüldüğü gibi, madde hâkim değildir (..) mahkûmdur, bir kanunun hükmüne bakar ve onun gösterdiği şekilde hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur. (..)Hayat varlığın anahtarıdır, hatta neticesi ve özüdür.” (Nursî, sadeleştirerek Sözler isimli eserinden, 29.Söz’den)
“Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” Mülk sûresi, 2
“Hayat, Cenâb-ı Hakk’ın kudret mucizelerinin en nuranîsi, en güzelidir. O’nun birliğinin en kuvvetli, en parlak delilidir. Ve samediyet tecellilerinin (herşeyin Kendisi’ne muhtaç bulunduğu fakat Kendisinin hiçbirşeye muhtaç olmadığı Yüce Yaratıcı’nın eserlerindeki pırıltılar, yansımalar) en kuşatıcı, en berrak aynasıdır. Evet, bizzat hayat, Hayy ve Kayyûm bir Zât’ı (cc) bütün isimleri, icraatı ve vasıfları ile bildirir. Çünkü hayat, pek çok sıfatın bir arada olduğu adeta macun hükmünde bir ışık, bir ilaçtır. Yedi renk ışıkta, ve farklı devalar ilaçta nasıl bir arada bulunur; aynı şekilde, hayat da pek çok sıfattan yapılmış bir hakikattir. O hakikatteki sıfatlardan bir kısmı, duygular vasıtasıyla açığa çıkarak ayrılır. Çoğu ise kendilerini hissiyat suretinde duyurur ve hayattan kaynama suretinde bildirir.
Hem hayat, kâinatın idaresinde hüküm süren rızık, rahmet, inayet ve hikmeti içeriyor. Âdeta onları arkasına takıp girdiği yere çekiyor. Mesela hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit Hakîm ismi de tecelli eder, onun yuvasını hikmetle, güzelce yapıp düzene koyar. Aynı halde Kerîm ismi de tecelli edip o canlının meskenini ihtiyaçlarına göre düzenleyip süsler. Yine aynı şekilde Rahîm isminin cilvesi görünür ki, hayatın devamı ve kemâli için türlü türlü ihsanlarda, lütuflarda bulunur. Hem Rezzak isminin cilvesi görünür, hayatın devamı ve gelişip sümbül vermesi için gereken maddî, manevî gıdaları yetiştirir ve kısmen bedende depolar. Demek hayat bir odak noktası hükmündedir; çeşitli sıfatlar onda birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Âdeta hayat tamamen hem ilim hem kudrettir, aynı zamanda hikmet ve rahmettir ve bunun gibi…
İşte hayat bu kuşatıcı mahiyeti (özelliği) itibarı ile Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ına ait sıfat ve icraata (ilahi dokunuşun görüldüğü fiillere) aynalık eder, Samed olan Zât’ın (cc) bir aynasıdır. Bu sırdandır ki, Hayy ve Kayyûm olan Vâcibü’l-Vücud (varlığı gerekli) Zât, hayatı çokça yaratıp neşreder, sergiler. Ve her şeyi hayatın etrafına toplayıp ona hizmetkâr kılar. Çünkü hayatın vazifesi büyüktür. Evet, samediyetin aynası olmak kolay, basit bir vazife değildir.
İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu hadde hesaba gelmez yeni yeni hayatlar ve hayatların aslı ve kendisi olan ruhların birden ve yoktan vücuda (varlığa) gelmeleri, yani gönderilmeleri Vâcibü’l-Vücud, Hayy ve Kayyûm bir Zât’ın (hayat sahibi, varlığı gerekli ve hayatı devamlı, bütün kainatı ayakta tutan Hz.Allah’ın) varlığını, mukaddes sıfatlarını ve güzel isimlerini, parıltıların güneşi gösterdiği gibi gösteriyor. Güneşi tanımayan ve kabul etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ışığı inkâra mecbursa, aynen öyle de; Hayy (hayat sahibi), Kayyûm (bütün varlığı ayakta tutan), Muhyî (dirilten) ve Mümît (ölümü yaratan) olan Ehadiyet Güneşi’ni (benzeri bulunmayan Ezel ve Ebed Güneş’i Hz.Allah’ı) tanımayan insan, yeryüzünü, hatta geçmişi ve geleceği dolduran canlıların varlığını inkâr etmeli ve hayvandan yüz derece aşağı düşmeli. Hayat mertebesinden düşüp cehaletini de bilmeyen katmerli, ruhsuz bir cahil olmalı…” (Nursî, sadeleştirerek Sözler isimli eserinden, 33.Söz’den)
“Allah ki, göklerin ve yerin (ve bu ikisinde bulunan bütün varlıkların) mutlak mülkiyet ve hakimiyeti O’na aittir. Hayatı O verir, ölümü de O verir. Sizin için Allah’ tan başka ne işlerinizi kendisine havale edeceğiniz bir vekil (bir koruyucu, bir sahip) ne de (gerçek) bir yardımcı vardır.” Tevbe Suresi, 116
Bir sonraki yazıda devam etmeye çalışalım..
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017