Bilinç Kıyameti Senaryoları
Bedirhan Sonakın, 20 Mayıs 2016Bilindiği gibi Efendimiz (s.a.v.) öncesi dönemi Mekke ve çevresinin durumu dolayısıyla “Cahiliye Dönemi” olarak niteliyoruz. Kur’an-ı Kerim’in indirilişi boyunca geçen 23 yılda, Arap toplumunun bilincinde çok köklü bir dönüşüm yaşandığı apaçık ortadadır. Bireyler ve toplum, vahiy kaynaklı olmayan, Efendimiz’in (s.a.v.) onaylamadığı hayat ve davranışlardan vazgeçmiş, bunun yerine emredileni yaşamaya başlamışlardır. Bu olumlu bir kitlesel bilinç dönüşümünün en parlak örneğidir. Ancak kitlesel bilinç böyle bir dönüşüme, her zaman bu kadar açık olmamıştır. Hz.İbrahim(a.s.) ve ardından Hz.Musa(a.s.) örnekleri düşünülünce, bu peygamberlerin içinde bulundukları toplumla/kitleyle olan imtihanları zorlu oldukları görülmektedir, umursanmamaktan, hoş karşılanmamaya oradan da düşmanlığa giden bir skalada farklı tepkiler görmüş olan peygamberler bazı durumlarda kitlesel bilinci hiç etkileyememiş, bazı durumlarda ise, Hz.Musa gibi kavmini 40 yıl çölde gezdirerek, bir arındırma yaşatmıştır.
Görüldüğü gibi kitlesel bilinci olumlu etkileyebilmek peygamberler için dahi zor bir görev olmuştur. Kitlelerdeki bilinç dönüşümlerinin olumsuzları da mevcuttur ve hatta belki sayıca daha çoktur. En yakın döneme bakıldığında, deccali bir karakter olan Hitler’in Alman toplumunda gerçekleştirdiği olumsuz dönüşüm hatırlanacaktır. Hitler üstün ırk iddiasıyla, Alman toplumuna inanılacak yeni bir tarih ve savaşacak yeni bir hayal sağladı. Bunu güçlü propaganda yöntemleriyle tüm ülkeye yaymayı başarabildi. Yapılanlar hemen karşılığını buldu ve kitle, bu yeni geçmişi ve gelecek hayallerini kolayca kabullendi, çünkü zaaflar ve kompleksler bunlar sayesinde yerini kudret ve üstünlüğe bırakıyordu.
Bu örnekler arttırılabilir, ancak görüldüğü gibi kitlesel bilinç, farklı dönemlerde hem olumlu hem de olumsuz pek çok dönüşüm yaşamıştır. Günümüzde Singularity ve ona bağlı diğer şube akımların en önemli çabası, küresel olarak tüm insanlığı, yeni bir dönüşüme hazırlamaktır. Oktan Keleş’in “Singularity Tehlikesi ve Bilinç Kıyameti” makalesinin girişini hatırlamanın burada önemli olduğunu düşünüyorum:
“Şeytanî seçilmiş zekaların yeni ürünü. Yeni din anlayışına biçtikleri rol.
- Önce insanlık bilincini, hafızasını, zekasını silmek.
- Daha sonra kendi anlayışlarını, insanlığın sıfırlanmış zeka ve hafızasına işleyerek yeni bir bilinç oluşturmak.
Silinecek insanlık bilincinde dinî inançlar dahil olmak üzere tüm bilgiler; dünya insanını ilgilendiren tüm argümanlar mevcut. Böylelikle, seçilmiş bir dünya kitlesine bir nevi bilinç kıyameti yaşatıp yeni bir çağ başlatmak.
Amaçlanan asıl plan dünya hafızasını (tarihini) tümden yok edip; yani insanlık bilgisinden kopartıp yeni bir tarih başlatmak.”
Yazının girişinde belirttiğimiz gibi kitleleri etkileyen bilinç dönüşümleri, tarihte olumlu ve olumsuz örneklerde görülebiliyor. İçinde bulunduğumuz Ahir zamanda deccaliyetin ayak sesleri duyulmaya başlamışken, alıntıda bilinç kıyameti ve yeni bir tarih başlatmak kavramlarıyla ortaya konulan şeytani planın, deccaliyetin önemli şubelerinden birini teşkil edeceğini düşünmek zor değil. Bununla beraber akla şu soru geliyor: Bu yeni bir şeytani taktik mi, yoksa daha önce de bunun benzerleri olmuş muydu?
Bu konuyu farklı başlıklar altında incelemek, gelen tsunami dalgasına karşı nasıl bir reaksiyon oluşturulması, daha da önemlisi, gelişinin engellenmesi zor gözüken bu dalgadan sağlam çıkabilmek adına bir açılım sağlayabilir. Yazı bu alandaki ilk başlığımız olacak.
Yazının bulunuşu bir bilinç kıyameti midir?
Günümüz tarih anlayışı, yazının bulunuşu olarak kabul edilen, yaklaşık M.Ö. 4000 yıllarını başlangıç noktası alarak, medeniyet tarihini mümkün mertebe Sümer ve Mısır ile başlatır. İnanç sistemleri, kozmoloji, efsaneler, adetler ve günümüz biliminin temelleri gibi konuların kökleri bu medeniyetlere bağlanılılır. Bunun temel sebebi ise bu medeniyetlerde yazının keşfedilmiş olması ve elde bulunan yazılı metinlerin çokluğudur. Bu tarih okumasına göre Sümer’de bulunan kil tabletler ve Mısır hiyeroglifleri tarih anlatımının yegane delilleri, kaynakları gibidirler. Göbeklitepe gibi tarihi daha eskiye dayanan bir çok arkeolojik kalıntı bulunuyor olmasına rağmen, bu kalıntıların içeriğinin ya da etkilerinin henüz Sümer ya da Mısır medeniyetlerini tahtlarından indirmeye yetmeyeceği açık bir şekilde görülmektedir. Bunun yanında, eldeki tarihi belgeler ve net bilinen tarihi gerçekler aksini söylese de, tarih ile ilgili konularda kitle hafızasına yerleşmiş bilgileri söküp atarak, yerlerine yenilerini koymak oldukça zor olmaktadır. Bu nedenle günümüz lise tarihinden popüler tarih romanlarına kadar her yerde işlenen temel tarih okumasında, Sümer ve Mısır öncesi insan topluluklarının en azından taş ve maden işlemeleri yaptıkları, tarımla uğraştıkları, şehirler kurdukları bilinse de, bu dönemler göz ardı edilip, Sümer ve Mısır medeniyetlerinin rengini verdiği bir dünya/insanlık tarihi ortaya konulmaktadır.
Bütün inançları, adetleri ve kültürleri bu medeniyetlere bağlayarak okuyabildiğimiz bir tarih oluşturmak kolaylığını bırakmak zor gibi gözüküyor. Bu iki medeniyetin ön planda olmalarının en önemli sebebi olan yazılı belge bolluğu, yazının bulunuşu kabul edilen M.Ö. 4000 öncesini neredeyse hiç umursamamamıza yol açıyor. Sanki bu yazılı belge bolluğu, geçmişin unutulması için ortaya çıkarılmış zihinsel bir bariyer görevi görüyor.
İnsanlığın ortak hafızası, bu bariyer öncesi tarihi, efsanelerinde, mitlerinde ve geleneklerinde birbirinden kopuk bir biçimde de olsa korumaya devam ediyor. Ancak burada en önemli destek ilahi kaynaklardan geliyor. Tevrat’ın ve İncil’in bozulmuş olmalarına rağmen, Kur’an-ı Kerim ilahi kelamı olduğu gibi muhafaza etmekte ve geçmiş hakkında gerek direk bilgi, gerek tefekküre yönelik doneler vererek, muhatabına bu bariyeri aşma noktasında açılımlar sağlıyor. Nuh Tufanı bu konuda en güçlü örnek olarak karşımıza çıkıyor. Neredeyse bütün kültürlerin kalıntılarında ve söylencelerinde benzer bir tufan bahsi yer alıyor. Bunun yanında Kur’an’ın bu konuda bizi net bir biçimde bilgilendiriyor olması, bu olayın tarihi bir hakikat olduğunu bize gösteriyor. Kur’an bir çok kavimden bahsederken, Enam Suresi 6. ayette, bizim bugün bilemediğimiz farklı nimetler bahşedilmiş kavimler olduğunu da şu şekilde belirtiyor:
“Kendilerinden önce nice nesilleri imha ettiğimizi görmediler mi? Biz onlara, size vermediğimiz imkânları vermiş, gökten üstlerine bol bol yağmur göndermiş, ayaklarının altından ırmaklar akıtmıştık. Fakat günahlarından ötürü onları imha ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık.” (Enam 6)
Geçmiş kavimlerin varlığı ve onların bugünkünden farklı imkanlarla donatıldığı Kur’an’da apaçık geçmesine rağmen, günümüzde tüm dinlerin kaynağını özellikle Sümer’e ve diğer Mezopotamya medeniyetlerine bağlama çabası varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda günümüz tarih okuyuculuğunun, istisnalar dışında bu tarz olaylara yaklaşımı ise yine Enam Suresi’nde geçen diğer bir ayetteki gibi görülebilir:
“…Artık onlar her türlü mûcize ve belgeyi de görseler yine iman etmezler. O kadar ki yanına geldikleri zaman seninle münakaşaya girişerek “Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir.” derler.” (Enam 25)
Bu konuda altı çizilmesi gereken diğer bir konu ise yazının varlığıdır. Yazı her ne kadar yukarıda belirttiğimiz gibi Sümer ve Mısır kaynaklı olarak görülse de, yazı ve bileşenlerinin ilahi birer unsur olduğu Kur’an’da çok açık görülebilmektedir. Kalem Suresi şu şekilde başlamaktadır:
“Nûn. Kalem ve ehl-i kalemin satırlara dizdikleri ve dizecekleri şeyler hakkı için” (Kalem 1)
Kur’an’ın ilk inen ayetleri olan, Alak Suresi’nin ilk beş ayeti de yazıyla ilgili unsurlar taşımaktadır:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku, İnsanı (rahim cidarına) yapışan bir hücreden yaratan. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” (Alak 1-5)
Bunlar dışında yine yazı kavramı ile alakalı olarak verilebilecek bir çok Kur’an örneğinden ikisi de şu şekildedir:
Artık seni yalanlarlarsa (üzülme), halbuki, senden önceki, açık belgeler, yazılı sayfalar ve nurlu kitaplar getiren resûller de yalanlanmıştı. (Al’i İmran 184)
Ey âmenû olanlar! Birbirinize belirli bir süreye kadar borç verdiğiniz zaman onu yazın (senet yapın). Aranızda bir kâtip onu adaletle yazsın. Ve kâtip, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, aynı şekilde yazsın…(Bakara 282)
Yazının bulunuşu her ne kadar Sümer ve Mısır medeniyetlerine dayandırılsa da, yazı bu medeniyetlerden önce de var olan ve ilahi bilgi ile öğrenilen bir iletişim aracıydı. İnsanlar arasındaki kullanımı dışında, yazı ve yazıya ait unsurların İslam anlayışında her zaman özel bir konumu olmuştur. Kalem, okuma, harf ve kitap gibi kavramların her biri Kur’ani kavramlardır. Bu nedenle yazının bulunuşunun ve bunun özellikle Sümer ve Mısır gibi çok tanrılı dine sahip iki medeniyete bağlanması, hem yazının ilahi bağlantısını ortadan kaldırmak, hem de yazının bulunuşu varsayılan tarihten önceki dönemi göz ardı etmek açısından önemli bir araç olduğu izlenimi güçleniyor. Bu şekilde insanlık olarak toplu bir unutmaya maruz kaldığımız anlaşılıyor. Bu yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde, bu ve benzer örnekler ışığında, bizi bekleyen potansiyel bilinç kıyametinin mahiyetini ve ilerleyişini incelemeye çalışacağız.
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017