Ruh Nedir? – 1
Selim R. Toprak, 17 Mayıs 2016Son dönemde dizilerde, filmlerde, bilgisayar oyunlarında sıkça duymaya başladığımız “yapay/sentetik ruh” kavramı bu yazı dizisinin derlenmesini tetikleyen etken oldu. Hakikaten “ruh” nedir? İnanç kaynaklarımızda nasıl tarif edilmiştir? Yapayı/sentetiği mümkün müdür? Hayat rengi verilmiş o yazılımlara/tasarımlara gerçekten “ruh” diyebilir miyiz? Gelin isterseniz, kalbimizi de yanımıza alarak bu konu üzerinde düşünsel bir seyahat yapmaya çalışalım..
Ruh, emir âleminden gelen şuurlu (bilinç sahibi) bir varlıktır. Maddî âlemden değildir. Maddî âlem veya “şehadet âlemi”, gördüğümüz ve şahit olduğumuz şu âlemdir. Bazen “mülk âlemi” de denir. Allah (celle celâluhu) bu âlemde öldürür, diriltir; yeni yeni vücutlar yaratır. Yaratılan bu vücutlar, belli bir şekle bürünür, süslenip düzenlenir. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar, bu âlemi oluşturan canlılardır. Atomlardan gezegenlere ve bütün gökyüzü sistemlerine kadar gözle görülüp, elle tutulan ve boşlukta bir yer işgal eden bütün maddî varlıklar, madde âlemi dediğimiz bu âleme dâhildirler…
Emir âlemi ise, maddî ölçülere girmeyen ve daha çok kanunların hâkim olduğu bir âlemdir. Bu âlemde esas olan, madde değil, mânâdır. Mânâyı kavrama ve yakalama mümkün olmadığı için biz, sadece bu âlemin (emir âleminin), mülk âlemine yani şehadet veya halk âlemi de denen, bu maddî âleme uzanan fonksiyonlarını, etkilerini görür ve ancak bunlarla emir âlemini anlamaya çalışırız. Konuyu akla yaklaştırmak adına, somut bir örnek üzerinden gitmemiz gerekirse:
Örneğin, bir tohum veya çekirdeği ele alalım. Maddî âleme ait olan bu tohum, içinde taşıdığı potansiyel hayat itibarıyla aslında emir âlemiyle de alâkalıdır. Zira her tohum ve çekirdekte, onun hayatının tespit edildiği merkezi.. ve canlandırma, büyütme ve gelişmeye tâbi tutma kanunu vardır. Tohumdaki bu hayat düğümü çatlar, açılır, rüşeym başını çıkarır; derken filiz haline gelir ve nihayet ağaç olup meyve verir. Bu, ondaki filizlenme kanunu sebebiyledir. Fakat bu kanun, gözle görülüp elle tutulmaz.. sesi de duyulmaz. Sadece biz, bu kanunun hükmettiği o maddî varlığı fizikî gelişmesi içinde safha safha takip ederiz. Yani maddî âleme bakan yönünü görüp şahit oluruz, emir âlemine ait yönünü ise görmeyiz, fakat kabul ederiz; çünkü elementler gibi cansız maddî sebeplerin böyle bir netice (hayat) vermesi mümkün değildir. Yoksa bir toprak zerresinin ve bir parça havanın, yeryüzündeki bütün bitki çeşitlerini bilip tanıması ve milyonlara ulaşan bu çeşitleri ayrı ayrı şekillendirecek makine ve tezgâhlara sahip olması gerekir ki, bu da akıldan/mantıktan uzak düşmenin ifadesi olur.
Ve yine ana rahmindeki sperm de, tıpkı toprağın bağrındaki tohum gibi yumurtada bulunan “gelişme kanunu” ile gelişir.
Annenin döl yatağı her ay boşalır; bu bir kanundur. Sonra duvarları, muhtemel misafir sperm için vitamin depoları olarak hazırlanır ki, bu da bir kanundur. Anne rahmine doğru harekete geçen milyonlarca spermden sadece biri, yarışı kazanıp yumurtanın zarından içeri girer ve ardından hemen kapılar kapanır. İşte bir kanun daha! Sonra, Kur’ân’da ifade edildiği gibi, sperm, devreler hâlinde üç karanlık odada hücre, doku ve organ safhalarını geçirir -bu da bir kanun- ve daha nice rahmet harikalarıyla beslenir ki bütün bunlara embriyolojik kanunlar diyoruz. Ceninin geçirdiği bu safhaları gelişen teknoloji sayesinde modern cihazlarla ayrıntılarıyla tespit edip izleyebiliyor, fakat bu gelişmelere hükmeden emir âlemine ait kanunları göremiyoruz.
Aynı şekilde, itme-çekme ve yerçekimi gibi kanunların varlığı da herkesçe kabul edilen bir realite olmakla birlikte, kendilerini görmemiz mümkün değildir. Bizim gördüğümüz, ancak bu kanunların madde âlemine akseden (yansıyan) fonksiyonları ve etkileridir.
Ruh da bir kanundur.. ve yukarıdaki örneklerde açıklamaya çalışılan kanunlar cinsindendir. Şu kadar var ki, diğer kanunlarda şuur ve idrak (farkındalık, özbilinç) bulunmamasına karşılık, insan ruhu, şuur ve idrak sahibidir.
Allah (celle celâluhu), ruhu “Kün” (Ol!) emrine ait âlemden göndermiştir. Kur’ân’da, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruh anlatılırken, “Ruh Rabbimin emrindendir, de.” ifadesi içinde “Rabbî” (Rabbimin)denilip, “Rabbülâlemîn” (Âlemlerin Rabbi) denilmemiş olması, onun halk âlemine yani maddî âleme ait olmayıp, emir âlemine ait olduğunun delillerindendir.
Ruh bütünüyle tarif edilemediği gibi, aslında onu beşerî bilgilerle tam olarak anlamak da mümkün değildir. Ruh bileşik değildir. Farklı parçaların bir araya getirilmesiyle oluşturulmamıştır. Madde, atomlardan, atomlar da çeşitli parçalardan meydana geldiği için dağılıp çözülmeleri söz konusudur. Ancak ruhta durum böyle değildir. Onun varlığı sabittir, iyonlaşmaz ve dağılmaz. Böyle bir özellikte olduğu için de biz, onu bir maddeyi gördüğümüz gibi göremez ve laboratuvara götürüp deney altına alamayız. Ancak, dış dünyada ve maddî âlemde şahit olup durduğumuz etkileriyle ruhun varlığını kabul ederiz; ederiz ama, yine de mahiyetini (nasıl’lığını) tam olarak bilemeyiz.. Zaten bir şeyin varlığını kabul etmekle, mahiyetini bilmek tamamen birbirinden farklı şeylerdir. Nice şeyler vardır ki, varlığını kabul etmekle birlikte mahiyeti konusunda bir şey diyemiyoruz. Sınırlı bilgimizle bir şey diyemememiz ise onun varlığını kabul etmemizi engellemiyor.
Bir şeyi görmek için göze ihtiyacımız vardır ama sadece maddî gözün varlığı, görmemiz için yeterli değildir. Zira beyin, faaliyetini aralıksız ve arızasız devam ettirmedikçe göz, görme fonksiyonu yerine getiremez. Çünkü göz ruhun dış dünyayı seyrettiği bir pencere, görme de beyne ait bir süreçtir.
Beyin için de durum bundan farklı değildir. O da, bünyesindeki bütün fakülteleri çalıştırabilmek için, merkezî bir idare kuvvetine ve devamlı olarak kumandayı elinde tutan bir kumandana muhtaçtır.
Evet beyin, hiçbir zaman kendini aşıp da, üstünde hükmünü sürdüren ruha, “Senin mahiyetini bilemiyorum, öyleyse sen yoksun.” diyerek, haddini aşıp küstahlaşamaz. Zira beynin kendi üstündeki mükemmel gücü kavrayabilmesi için, elindeki o hükümsüz/geçmez paraları, yetersiz sermayeyi, kıt materyali ve madde ile sınırlı duyularını aşarak, potansiyel olarak kendinde var olan bütün donanımını kullanması gerekecektir ki, ancak bu şekilde, iç içe girift binlerce çember içinden ve gittikçe büyüyen daireler arasından geçip, ruh gibi sahilsiz bir denizin mahiyetini kavrama sınırına yanaşabilsin. Bu ise, halk âlemi dediğimiz şu madde âlemi itibarıyla mümkün değildir.
Aslında ruh, mahiyeti (nasıl’lığı) anlaşılamadığından dolayı (bir yönüyle) tarif de edilemez. Bu denge korunamadan konuya yaklaşılırsa, bir aşırı uç olarak ruhun varlığını inkâr veya diğer bir aşırı uç olarak, adeta maddî bir varlık gibi onu tarif etmeye kalkışma hatalarına savrulabiliriz ki ikisi de doğru değildir.
Ruh tarif edilemez, çünkü onu tarif etmeye çalışan insan, çoğu zaman kendi dünyasına ait varlıkları ve olayları dahi tarif etmekten âcizdir. Söz gelimi, hayatında hiç bal yememiş bir insana, ne kadar usta bir edebiyatçı da olsanız balı tarif edemez ve soyut sözlerle ona balın verdiği hazzı veremezsiniz. Hayatında hiç gül koklamamış bir insana da gül kokusunu sırf tarifler çerçevesinde duyurmanız asla mümkün değildir. Veya konuştuğunuz dili bilmeyen/anlamayan bir insana bütün bir kitabı okusanız dahi o bundan bir tek harf dahi anlamayacaktır.
Bu durumda, ruhla ilgili çok şey söylemek mümkün olsa da (bir yönüyle) aşkın bir hakikatin temsilcisi olan ruhu tarifler içine sıkıştırmak çok da mümkün değildir.
Bir sonraki yazıda konuya devam etmeye çalışalım.
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017