Ruh Nedir? – 4

, 7 Haziran 2016

Transhümanist akımların retoriklerinde son dönemde sıklıkla kendine yer bulmaya başlayan “yapay ruh / sentetik ruh” kavramlarına karşılık.. Hakikatte ruh nedir? Ruhun hakikati nedir? İslam dininin bu konuda söyledikleri nelerdir? Ruhun sentetiği olur mu? İleride insan eliyle üretilen bazı tasarımlara “geçici hayat rengi” verilirse, ruhlarının varolduğu kabul edilirse nasıl bir tavır almak akla uygun olur? soruları üzerinden başladığımız yazı dizisinin dördüncüsüyle devam ediyoruz.

 

“Beden hareketsizken rüyada gören, gezen ve konuşan kimdir? Gece olur, uykuya dalarsınız. Göz kapaklarınız kapanır, kulaklarınız duymaz, diliniz söylemez, eliniz tutmaz ve ayağınız yürümez olur. Yanınıza biri gelip konuşsa, onu ne görür, ne de duyarsınız. Sizin gördüklerinizden, duyup yaşadıklarınızdan da o habersizdir. Sabah kalkınca, gece gördüğünüz tatlı rüyanın etkisiyle mahmur bir sevinç ve heyecan içinde dolaşır ve bunu bir sevdiğinize veya bir yakınınıza anlatmak istersiniz. Karnınız açken, bu doymuşluk, bu sevinç nereden geliyor? İşte böyle, günlük hayatta insana açlığını unutturan ve onu birinci derecede tesir altına alan olaylar vardır… Evet, bütün bunlar, ruhun sevinci ve ruhun coşkunluğudur.

 

Rüyanın hakikati, çeşitleri ve ruhun rüyada geleceği görmesi

Uykuya dalan bir insan, denize veya uzay boşluğuna dalan bir insan gibidir. Ya gözleri bağlı dalar ve hiçbir şey görmeden geri gelir, ya elinde götürdüğü oyuncaklara kapılır, onların tesiriyle başka bir şey göremez ya da denizdeki tatlı dalgalanmaların tesiriyle yakamozların parıltılı güzelliklerini ve gökyüzünün sırlı faaliyetlerini seyredip, onları kendi dünyasına taşır. İşte, rüyaları da bu kategoriler içinde ele alabiliriz.

Bazıları vardır, sadece uyuduğunu ve uyandığını bilir; gözü bağlı karanlıklara dalmış gibidir ve dünyasına hiçbir şey görmeden döner. Bazen olur, bilinçaltına atılan olaylar, yaşanmış heyecanlı vak’alar ve üzerine çok düşülüp, tekrar ve tekrar ile bilince mal edilen meseleler, uyku esnasında şuur üstüne çıkar.

Şuuraltı veya bir hastalık neticesi olmadan, hülyalara da kapılmadan, dupduru ve tertemiz duygularla beklenmedik anda görülen rüyalara ise “sadık rüyalar” denir. Peygamberlerin, evliyânın ve salih kulların rüyaları gibi. Bazen, sıradan inanmış, hatta hiç inanmamış kişiler de bu tür rüyalar görebilirler.

Sadık rüyalar, Allah (celle celâluhu) tarafından lütfedilen bir müjde, bir teşvik, bir ilham ve yol gösterme olabileceği gibi, ikaz ve ibret mânâsında irşada, aydınlatmaya, uyarmaya yönelik de olabilir. Burada üzerinde daha çok duracağımız nokta, ruhun daha ileri ve yüksek bir münasebetini ifade eden gelecekle alâkalı rüyalardır.

Bu rüyalar, gideceğimizde şüphe olmayan kabir ve ahiret âlemlerinden adeta içinde yaşadığımız şu şehadet (fizik) âlemine dalgalar hâlinde gelen sızıntılardır. Beş duyunun ince bir zar mahiyetinde olan şehadet âlemine karşı kapanması ve uyanıklığa ait mekanizmanın kendiliğinden devreden çıkmasıyla, âdeta ruhun bu dünyaya ait uzuvlarla irtibatını sağlayan doğru akım fişlerinin çekilip, yerlerine gaybî (bilinmez, öte) âlemlerle bağlantıyı sağlayan alternatif akım fişlerinin faaliyete geçmesi neticesi, şehadet âlemine kapanan pencereler, bu defa misal (mânâ) âlemine açılmış olur. Ve açılan bu pencerelerden misal âlemiyle ilgili görüntülerle birlikte, mânâ ve hakikat sembolleri, berzah (ara, geçiş) âleminden akseden levhalar, görme ve idrake arz edilen tablolar ve geleceğe ait olayların sayfaları dolar. Bu itibarla sadık rüyalara, insanı bu âlemden başka âlemlere taşıyan bir kısım sırlı kabinler veya zaman tünelleri denebilir.

Konuyu bir başka açıdan ele alacak olursak: Her şeyin “var” olmazdan evvel birer sabit “ayn”ı bulunur; yani, Allah’ın ilâhî ilminde her şeyin sabit bir varlığı vardır. Ve sonra bunlar, kudret ve iradeyle cismaniyet âlemine intikal eder. Bu arada, yani, sabit aynalarla cisimler âlemi  arasında rol oynayan ayrı bir “vasıta âlem” daha vardır ki, buna âlem-i misal, yani “temessüller/görüntüler âlemi” diyoruz. İşte cismaniyetten sıyrılan, geçici olarak bedenin tutuculuğundan kurtulan bir ruh, bedenini de tamamen terk etmeksizin misal âlemine doğru kanat çırpmaya başlayabilir. O âleme yükselince, cismaniyete ait boyutlardan çıkıp, apayrı boyutlar içine girmiş olur. Bu boyutlar içinde geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek birbirine karışır.  Meselâ, konik bir dağın eteklerinde veya bir köy evinde bulunan insan, o anda ancak kendi dar çevresini müşâhede eder. Fakat bir teleferik veya uçakla yükseldiğinde, dağın hem zirvesini, hem de dört bir yanını görebildiği gibi, bir ev değil, pek çok evler, hatta köyler görebilir. Rüyalarda da böyledir. Trans hâlinde ruhun dublesi kendinden ayrılınca, misal âlemiyle buudlaşıp, başka boyutlarla irtibatla derinleşip aynı şeyleri hissetmesi mümkündür.

 

Evet, bazen misal âleminden rüyalar aracılığıyla ruha intikal eden, gelen şeyleri insan, bir sinema perdesinde seyreder gibi seyreder; olmuşu, olanı ve olacağı aynı anda görebilir. Şu kadar ki, bu görüntüler kimi zaman açıktır; dolayısıyla kolay anlaşılır. Kimi zaman ise, semboller şeklinde olur ve yorumlanması gerekir.

Sadık rüyalar, ruhun sırlı âleminden gelen ışıktan birer mesaj gibidir.

 

“Rü’ya üç kısımdır: Biri Allah’tan bir müjdedir. Biri nefsin konuşmasıdır. Biri de şeytanın korkutmasıdır. Biriniz hoşuna giden bir rü’ya görecek olursa, dilerse onu anlatsın. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey görürse onu kimseye anlatmasın, kalkıp namaz kılsın.” Hadis-i Şerif

Beynin ve bedenin kumandanı ruhtur. İnsanda teker teker her biri ayrı bir devlet gibi çalışan yüz trilyondan fazla hücrenin bütününe hükmeden, sözünü dinleten ve hepsini bir elden sevk ve idare makamında bulunan bir kumandan vardır ki, o da ruhtur.

Bedene hâkim olan veya bedende mahkûm olan ruhtur. Ruhun içine girdiği cisimde canlılık emareleri belirir; ruh gidince de, bütünlük dağılır ve mekanizmada bozulma ve kokuşma başlar; hücreler çözülür ve çürür, her şey darmadağın olur gider. Demek ki, ruh bir cevherdir, özdür; beyin, organlar, duygular ve bütün bedenin faaliyetleri de, o cevherin fonksiyonlarından ibarettir. Ruh, insan vücudundaki bütün fakültelere, beynin bütün merkezlerine, ayrı ayrı bütün bölümlerine ve tüm organlara hâkim olup, onlara hayatiyet kazandırır.. akıl, kalb, zihin ve duyguları faaliyete geçirir; çünkü o, tıpkı fişleri kendisine sokulduğunda bütün sistemleri, bütün fakülteleri çalıştırıp onlara fonksiyonlarını eda ettiren, bünyesinde binlerce delik ve kontak prizi bulunan bir santral gibidir. Fişlerden birinde bir arıza ve fizyolojik bir kusur olduğunda, o fiş ve bağlı olduğu organ devreden çıkar, çalışmaz hale gelir. Sözgelimi, sinir sistemi fişlerinin ruh santraliyle irtibatının kopması neticesinde, felç gibi rahatsızlıklar meydana gelir. Ruh santraline uzanan kablolarda ve fişlerde, cinlerin ve sair faktörlerin sebep olduğu cinnet hâli gibi, kısa devrelerin meydana geldiği de olur. Rabbinden gelen belâ ve musibetler, hastalık ve fizyolojik bozukluklar karşısında, bedene hâkim durumda bulunan ruh, bu defa bir mahkûm ve mefluç vaziyetine düşer. Zaten aslında o, kendini var edip ayakta durduran Kudreti Sonsuz’a dayanmadığı zaman, eli-kolu bağlı bir esirdir.

 

Beynin fonksiyonları, bir yönüyle sinir hücrelerindeki biyokimyasal reaksiyonlardır. Bu fonksiyonlar hakkında bildiğimiz, onların elektrokimyasal karakterde oluşudur. Verdiğimiz bir karar, elektrik akımlarıyla çeşitli kaslara iletilir; yani, beyinde dopa, dopamin ACTH uyarıcısı vb. maddeler reaksiyona girer; bunun neticesinde parçalanma veya birleşmeler olur. Kimi moleküller ‘yükseltgenirken’, kimileri de ‘indirgenir’. Elektronlar alınır verilir; neticede uzuvlara elektrik akımı intikal eder ve davranışlar meydana gelir. Canlı vücutlarda belli periyotlarla hücreler tamamına yakını değişir. Kanda saniyede binlerce alyuvar ölüp, onların yerlerine yenileri yaratılır. Bir hücrede saniyede birçok sentez meydana gelir ve bu, saatte binlerce eder. Yani biz, bu yönümüzle (beden ve cismaniyet açısından) hep aynı olarak kalmamaktayız. Eskiyen gömleğimizi, ceketimizi değiştirdiğimiz gibi, sürekli etimizi-bedenimizi de değiştirmekteyiz. Fakat aslolan ve sabit kalan bir öz vardır ki, o da ruhtur.

 

Evet, insanı sadece maddeden ibaret değildir ve hâdiselerde asıl fail, bütün beden ve duygularla alâkalı sistem ve bedenî merkezleri sevk ve idare eden, onları kumandası altında tutan ruhtur. Beden, sadece ruhun bir aletidir. İnsanı, her şeyiyle maddeden ibaret görüp; onun duygu, düşünce gibi bütün mânevî yönlerini beynin fonksiyonlarından ibaret saydığımızda, insanı insan yapan hakikate yani ruh hakikatine gözümüzü kapamış oluruz.

 

Bir sonraki yazıda konuya devam etmeye çalışalım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.