2001: A Space Odyssey – 1
Mehmet Aydemir, 15 Temmuz 2016Stanley Kubrick’in Arthur C. Clarke’ın kısa öyküsü Sentinental’i senaryolaştırarak filme uyarladığı 2001: A Space Odyssey (Bir Uzay Destanı) sinema tarihinin en kült filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Özellikle uzay temalı filmlerde henüz daha iyisinin yapılmadığı birçok sinema eleştirmeninin ortak görüşü. Görüntü ve ses yönetmenliğindeki mükemmeliyetçiliği, sinema dili, sembolizmi ve detaylara önem vermesiyle tanınan Kubrick, senaristliğin yanı sıra filmin hem yapımcısı hem de yönetmeni. Kubrick’in dehası ve prodüksiyondaki önemli 3 koltuğa da kendisinin oturması sonucunda ortaya böyle bir başyapıt çıkmış.
Büyük eserlerin hemen hepsinin temel özelliği yıllar geçtikçe kendine yeni anlamlar katması. Bu yüzden de zamandan bağımsızlar, eskimiyorlar. İzleyenler bileceklerdir, 2001 senaryo anlamında (olumlu manada) çok derin boşluklar bulunduran bir film. Bilinmeyen, anlaşılmayan birçok mesele var. Tek seferde anlayabilmek çok zor. Bu yüzden internette filmin çözümlemesine dair belki on binlerce sayfa makale bulabilirsiniz. Birbirlerinden farklı olmalarına rağmen hiçbiri de yanlış değil. Hepsi 2001’i anlatıyor. Kubrick izleyicinin kendi yaklaşımını ve teorisini geliştirmesini istiyor. Her farklı bakan göz filme yeni bir yorum getiriyor. Gerçekte olduğunu ise asla anlatmıyor. Bu konsepti bilinç olarak istediğini kendisi de beyan ediyor;
“Kelimelere dökmek istemediğim bir mesaj bu. 2001, iki saat dokuz dakikalık sözsüz bir deneyim. Filmin yalnızca kırk dakikalık kısmında diyalog geçiyor. Görsel bir deneyim yaratmaya çalıştım. Sözlü iletişimin kategorilerini geçip duygusal ve felsefi içeriğiyle doğrudan bilinçaltına sızan bir deneyim. McLuhan’a başvurursak 2001’deki mesaj, araçsallaştırılmıştır. Filmin, seyircinin bilincinin en gizemli noktalarına ulaşan tamamen öznel bir deneyim olmasını istedim. Tıpkı müziğin yaptığı gibi. Bir Beethoven senfonisini “açıklamaya” girişmek, algılama ve beğenme arasında yapay bir bariyer kurarak senfoniyi hadım etmek olur. Filmin felsefi ve alegorik anlamları hakkında dilediğinizi söylemekte serbestsiniz. Zaten bu yorum farklılıkları, filmin seyirciyi derinde bir yerlerde yakaladığının bir göstergesi. Ama 2001 için seyirciye takip etmesi gereken ya da asıl meseleyi ıskaladığını düşündürtecek sözlü bir yol haritası çizmek istemiyorum. 2001 başarısı, insanlığın kaderini, onun kozmostaki rolü ve daha gelişmiş bir yaşam formuyla ilişkisini hiç düşünmemiş geniş bir insan kitlesine ulaşması olacak. Ancak üstün zekâlı biri için bile 2001’de soyut olarak sunulan bir takım fikirler, pratiği zormuş gibi görünecek ve otomatik olarak nazikçe düşünsel bir sınıflandırma olarak değerlendirilecek. Fakat bu fikirler güçlü bir görsellikle ve duygusal bir bağlamda yaşandığında kişinin tüm benliğinde yankılanır.
… Leonardo tablonun altına “Bu hanımefendi tebessüm ediyor çünkü dişleri çürük,” ya da “Gülümsüyor çünkü sevgilisinden bir şeyler saklıyor,” yazsaydı Mona Lisa bizim için değerli ne olurdu? Böyle bir durumda bakan kişi, beğenisini kaybedecek ve kendisinin olmayan bir “gerçekliğe” itilmiş olacaktı. Bunun 2001’in başına gelmesini istemiyorum.”
Kubrick’in idealize ettiği 2001 izleyicisine en büyük mesajı yine isminde saklı olsa gerek; Bir Uzay Destanı… Biliyorsunuz destanlar anonimdir yani yazarları belli değildir. Bir anlamda Arthur C. Clarke ve Kubrick kendisini de soyutlayarak çerçevesini çizdiği senaryonun içini doldurma işini tamamen izleyiciye bırakıyor.
2001 Bir Uzay Destanı 4 bölümden oluşuyor. Aslında 3 ama senaryonun akışı anlamında 4 demek daha doğru olur.
1. İnsanlığın şafağı (The Dawn of Man)
Kubrick’in çizmiş olduğu dünyada evrim kuvvetli bir öğedir. Film, 4 milyon yıl önce Afrika’da başlar. Modern insanın atası olarak resmedilen bir maymun-insanlar (ape-man) bir sabah uzaydan gelmiş siyah bir dikilitaşla (black monolith) karşılaşırlar. Dikilitaş onlara bir kemiği alet olarak kullanmayı öğretir.
Biraz detaylı bakılınca maymun insanın alet olarak kullandığı da bir uyluk kemiği olduğu fark ediliyor. Bu yüzden maymun insanın arkeolojik kazılarda ilk olarak Endonezya’nın Java adasında bulunan, tür olarak insan ile maymun arasında geçiş formu varsayılan Australopitekus olduğu tahmin ediliyor. Australopitekus’u farklı kılan unsur uyluk kemiğinin maymunlara göre uzun olması nedeniyle insan gibi 2 ayaküstünde yürüyebiliyor olması. Çok büyük bir ekseriyetle (aklıma geldiği kadarıyla kanguru ve devekuşu hariç) 4 ayaküstünde yürüyenler sadece karada hareket edebilirler. 2 ayaklılar (biped) ise uçmaya elverişlidir. Evrim öndeki 2 uzvun kanatlara veya insanda becerikli ellere dönüştüğünü savunur. Maymunlar arka ayaklarıyla hareket edip ön kollarıyla denge sağladıkları için kısmi bipedlerdir.
Kubrick burada çok dolaylı bir metafor kullanmakta. Uçabilmek için önce yerden kalkıp 2 ayak üzerinde durmamız gerektiğini bunu da uyluk kemiği üzerinden maymun insanın türünü şifreleyerek anlatmaktadır. Ayağa kalkan ve ellerini kullanan insan artık alet kullanmaya elverişli hale gelmiştir.
Alet kullanmalarıyla birlikte bir nevi üstün ırka dönüşen maymun insanların modern insana geçiş süreci de başlamış olur. Australopitekus’un zaferle kemiği havaya atmasıyla bir anda 2000 yılına yani uzay çağına geliyoruz.
2. Ay yolculuğu (The Lunar Journey)
Normalde böyle bir bölüm yok ancak ayırmakta fayda var. Sekans değişir ve insanı 2000 yılında uzayda süzülen bir uzay gemisinin içinde buluruz. Korku, merak ve cesaretin hâkim olduğu maymun insan alet kullanımıyla insana dönüşerek artık medeni, rasyonel ve bilimsel hüviyetini kazanmıştır. Kubrick yeni gelişmiş insanın bu özelliklerini herkesin saygı duyduğu Ulusal Havacılık Komitesi Başkanı Dr. Heywood R. Floyd üzerinden resmeder.
Uzay yepyeni bir ortamdır. Yürüme, yeme, içme, tuvalet ihtiyacını gidermeyi öğrenmesi gerekmektedir. İnsan dünyaya yeni gelen bir bebek gibidir. Dünya harici bir yere adapte olabilmesi için ya daha üstün özellikler geliştirmesini sağlayacak ve biyolojik olarak hala insan kalacağı yeni bir evrime ihtiyacı vardır veya acizliğini kapatmak için aletleri/makineleri kullanmalıdır. Bu bağlamda transhumanizm 2 iki ihtimali tekilleştiren bir yol olarak karşımıza çıkıyor. Yani yarı insan yarı makine. Tam tersi bir okumayla da insan uzayda dünyadaki gibi rahat yaşayabilseydi bu kadar makineye ihtiyaç olmazdı sonucuna ulaşabiliriz.
Ayda yine bir siyah dikilitaş bulunur ve Jupiter’e sinyal göndermektedir. Keşif için bir ekip yollanır ve yanlarına gittiklerinde dikilitaştan çıkan sağır edici bir sesin ardından Jupiter’e yolculuk misyonu başlar.
Geçen yazımızda bahsettiğimiz Pygmalion etkisi tam da burada devreye giriyor. Dikilitaşı D-Wave’in kuantum bilgisayarına benzetiyorum. Hem renk ve şekil itibariyle benzemesi hem de kuantum bilgisayarların insanlığa çağ atlatacağına dair beklenti bende dikilitaşı anımsatıyor. Dikilitaş tıpkı D-Wave gibi bir makine midir yoksa uzaylının kendisi midir benim için zor soru. Her hâlükârda Kubrick dehasıyla canlı emaresi göstermeyen, bildiğimiz manada konuşmayan, simsiyah bir dikilitaşla bize evvelini bilemeyeceğimiz kadar eski ve üstün güçleri olan zeki bir varlıkla karşı karşıya olduğumuz gösterebiliyor. Özellikleri itibariyle inanç noktasında gelgitler yaşayan birisinin tanrı tasvirine de benzettiğim black monolith kuvvetli bir yaratıcı sembolü. Belki kâinatı o inşa etti, dünyaya suyun içine ilk tek hücreli canlıyı da o koydu ve evrimle maymun insana dönüşmesini sağladı. Milyonlarca yıl sonra ise alet kullanmalarını öğretmek için bir daha ortaya çıktı. Gelişmiş bir insanın karşısına çıkması ise yeni bir çağın habercisi olduğunu gösteriyor.
Son olarak eklemek de fayda var. Daha Ay’a ayak basılmadığı bir tarihte, 1968’de, insanlığın uzayla malumatının bugüne kıyasla çok sınırlı olduğu bir dönemde uzay sahneleri o zamanın şartlarına göre muhteşemdir.
Devam edecek…
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017