Yaşam Deneyimi
Bedirhan Sonakın, 6 Ekim 2016HBO’nun yeni dizisi Westworld’ün ilk bölümü yayınlandı ve genel olarak beğenildiği görülüyor. Bu yazıyı özellikle ilk bölümü seyretmeden yazmayı tercih ettim ancak dizinin konusu hakkında tanıtım videoları ve yazıları aracılığıyla herkes kadar bilgi sahibi oldum. İlk izlenim olarak şu söylenebilir, Michael Crichton’un romanından uyarlanan bu dizide, yapay varlıkların olduğu sanal bir eğlence parkı, bu parkın tasarımcısı ve tasarladığı yapay varlıklar üzerinden gerçek ve sanal arasındaki sorgulama yapılıyor. Çok da şaşırmayacağımız bir haber olarak dizinin yapımcıları arasında J.J. Abrams’ın ismi geçiyor. Sanki Abrams bu alanı parsellemiş, içinde gizem unsuru ve gelecek atfı yapılan her proje önce onun elinden geçiyor gibi bir durum söz konusu.
Bu diziden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz, sanal gerçeklik, arttırılmış gerçeklik ve benzeri simülasyon ortamları önümüzdeki yıllarda her yerde göreceğimiz, “akıllı“ telefonlar kadar yaşamımıza giren teknolojiler olacaklar. Bu alanda çok fazla yatırım yapılıyor ancak Google ekstra gayretli gözüküyor. Sanal gerçeklik cihazı olan Daydream, yatırımcı olduğu Magic Leap ve son günlerde duyurduğu Google Assistant projeleri ile Google bu alanı çepeçevre sarmaya hazırlanıyor.
Özellikle simülasyon kuramının hem akademik seviyede hem de popüler bilim seviyesinde çok konuşulduğu bu dönemde, ticari açıdan da bu alana hitap eden projelerin ayak seslerini duyuyor olmamız, bir çok insanda 1999 yapımı 13.Kat filminde olduğu gibi, “biz bunu yapabiliyorsak, biz de bunun içinde miyiz?” sorusunu doğuracaktır.
Microsoft 2009’da Project Natal ismiyle ortaya koyduğu, başarılı sayılabilecek ancak vaatlerini tam da yerine getiremeyen, sonrasında da Kinect’e dönüşen projesini duyururken şu sloganı kullanmıştı:
“the only experience needed is life experience”
“ihtiyaç duyulan tek deneyim, yaşam deneyimidir”
Tüm bu saydığımız teknolojiler ve benzerleri, gerçek ve sanal arasındaki mesafeyi yok etmek üzere azaltan gelişmelerdir. Mesafe azaldıkça gerçek olandan vazgeçmek ya da simülasyon kuramında olduğu gibi gerçek olanı da diğer sanallardan biri seviyesine çekmek daha da kolay olacaktır. Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın dediği gibi “aralarında bir mesafe yoksa ne gerçekten söz edilebilir, ne de düşselden.”
Baudrillard’ın hipergerçek olarak adlandırdığı, düşsellikten yoksun sentetik bir biçimde üretilmiş gerçek, kullanıcısının ya da daha doğru bir biçimde tüketicisinin emrindedir. Kuşkusuz teknolojik rekabet, bahsettiğimiz teknolojik ürünler ile nesneleşen simülasyon evrenleri üretim süreçlerini ve araçlarını geliştirecektir. Bu araçların her biri, ne Westworld dizisinde olduğu gibi, ne de bu konuyu belki de en iyi şekilde ekrana taşıyan Matrix filminde olduğu gibi disütopik olmayacaklar, bilakis son derece evcil ve faydalı olacaklar ve kitleler bu şekilde devşirilecekler.
Bir çok disütopyaya da konu olmuş güdüm ve kontrol altında olan yapay bir evrende yaşayan kahraman fikrini, sanal gerçekliği de işin içine sokarak radikalleştiren Matrix filmi, bu fikri popülerleştirmiştir. Makineler tarafından oluşturulan matrix içinde yaşayan insanların duyusal zenginlikleri dahi, 0 ve 1 gibi iletilen ve iletilmeyen elektrik sinyallerine indirgenmiştir (Zizek).
“ Morpheus: ….Matrix her yerdedir, etrafımızı çevreler, şu an bu odanın içinde bile. /…./ Gerçekleri görmeni engellemek için önüne çekilen bir dünya bu.
Neo: Ne gerçeği?
Morpheus: Bir köle olduğun gerçeğini, Neo. Sen de herkes gibi bir köle doğdun; dokunamadığın, tadamadığın ya da koklayamadığın bir hapishanedesin. Beyninin içi bir hapishane.”
“Yaşam deneyimi” kavramı Matrix filmi tekilinde, makinelerin hükmettiği dünyada, insanların sanal gerçeklikteki yaşamlarını tanımlamak için kullanılabilir. Makinelerin insanlara sunduğu “yaşam deneyimi”, insanların gerçek yaşamlarının makineler tarafından enerji kaynağı olarak kullanılmasının perdelenmesi için bir araçtır. İnsanların sanal dünyadaki “yaşam deneyimleri” ile ürettikleri beyin sinyalleri, makineler tarafından enerjiye dönüştürülüp kullanılmaktadır.
Filmdeki makineler ve oluşturdukları düzen Lacan’cı görüş açısından bakıldığında “büyük Öteki”dir. (Zizek). Öznenin yapabilecekleri üretilmiş sanal gerçeklikte “büyük Öteki” tarafından sınırlandırılmıştır. Neil Postman benzer bir düşünceyi teknokrasi kavramını açıklarken kullanmaktadır.
“Teknokrasi, sosyal kuralların ve dinsel geleneklerin gevşek bir konrolünün olduğu, asıl güdümleyicinin icat etme dürtüsü olduğu toplumlardır. Bu tarz toplumlarda “görünmeyen el” yetersiz olanı elerken, ucuz, insanlar tarafından talep gören, iyi üretimi ödüllendirir. Ancak bu “görünmeyen el”e rehberlik eden görünmeyen aklın ne olduğu belirsizdir .“ (Postman)
Matrix filminde makinelerin insanları enerji olarak kullanabilmek için oluşturdukları “yaşam deneyimi”, nasıl olacak da kitleler tarafından kabul edilecek, yukarıda bahsettiğimiz evcil görünüme nasıl bürünecekler diye sorulabilir.
Her tür sanal gerçeklik teknolojisi, günümüzün teknolojik gelişiminin yarattığı bir eğlence sektörü ürünüyken, Matrix bir bilimkurgu filminin senaryosudur. Ancak senaryoda bulunan, insanın gerçeklikten uzaklaşmasını sağlayan sanal evrendeki “yaşam deneyimi”, ürün örneğinde, insanın eğlence, rahatlama ya da yeni bir deneyim bahanesiyle gerçeklikten gönüllü bir biçimde uzaklaşmasını sağlayacak bir ortam oluşturmaktadır. Kültürün her biçiminin, teknolojik gelişimin hükümranlığına boyun eğdiği teknopolide, insan ancak teknik yeterliliği oranında kullanılabilecek bir nesne haline gelecektir (Postman). Bu teknoloji-tanrının hükümranlığı, insani sorunları çözmekten çok, ilerleme ve gelişim hedeflerini ön planda tutmaktadır. Bu da insanı teknolojik gelişme ile davranışları ve düşünce biçimi değiştirilebilen bir nesne konumuna sokacaktır.
“…. her teknolojinin, aklımızı nasıl kullanacağımızı, bedenimizle neler yapacağımızı, dünyayı nasıl okuyacağımızı, hangi duyularımızı kabartacağımızı ve hangi duygusal ve entelektüel eğilimlerimizi göz ardı edeceğimizi ifade ettiği bir felsefesi vardır. Bu fikir Marshall McLuhan ‘ın ünlü sözü ‘araç mesajdır’ ile anlatmak istediğinin özüdür.” (Postman)
Neil Postman’ın bu görüşü bizi şu sonuca götürecektir, teknolojik gelişim ya da ilerleme, her adımında kültürden bir şeyler çalmaktadır. İnsan kültürü ve çevreyi elindeki araca göre ya da aracın ona verdiği bakış açısına göre değerlendiren ve anlamlandıran bir hale gelmiştir.
“Elinde çekiç olan insana, her şey çivi gibi görünür. Bu herkesçe bilinen gerçeği genişletirsek: Elinde kalem bulunan adama her şey cümle gibi görünür. Elinde kamera bulunan insana her şey görüntü olarak gözükür. Elinde bilgisayar bulunan insana her şey veri olarak gözükür. ” (Postman)
“….bilgisayar çağının bireyi, bilgiye (information) değer verir, bilgi birikimine(knowledge) değil. Aslında, bilgisayar çağında, bilgelik (wisdom) kavramı tamamıyla yok olmuştur.” (Postman)
Kültürle olan ilişkimizin ve temasımızın arasına giren teknoloji, bize kültürü ancak kendi üzerlerinden anlama imkânı vermektedir. McLuhan’ın “araç mesajdır” görüşünden geriye dönüş bulunmamaktadır. İnsan açısından ön planda olan, teknolojik gelişmenin ürünü araç, insanı bir veri ve bilgi bombardımanına sokmaktadır.
“Haber kendi ürettiği içerikleri yok etmektedir. İletişimi ve toplumsalı yok etmektedir. /…./ Bu haber simülakrını ayakta tutabilmek için muazzam bir enerji harcanmaktadır. Bunun amacı bizi radikal bir anlam yokluğu gerçekliğiyle karşı karşıya getirecek ani bir simülasyondan kurtulma olayını engelleyebilmektir. /…./ Anlam ve iletişim hipergerçekleşmiştir. Gerçeğe bir son veren şey gerçekten daha gerçek gibi görünendir.” (Baudrillard)
Anlamla temasını kaybeden bir toplumda kültürün etkisi, teknopolinin önerdiği gibi asgariye indirgenmiştir. Örneğin, görüntünün netliği, renklerin çokluğu gibi teknik özellikler görüntünün kendisinin üstüne çıkmıştır. Teknoloji temel olarak tüketim anlayışını dönüştürmüştür. Tüketilen ürün önemsiz, ancak tüketim aracı önemli hale gelmiştir. Seyredilen filmin kültürel değeri önemsizleşmekte, buna karşılık filmin hangi ses ve görüntü araçları ile seyredildiği, ne kadar gerçek hissi verdiği öne çıkmıştır. Sayısal sonuçlar olarak ifade edemediğimiz hiçbir deneyim bize anlamlı gelmemektedir.
“Hep aynı: Kendimizden kaçış yok. İnsanın çıkmazı her zaman var ve biz hiçbir temel sorunu kendimizi teknolojik gelişmelerle örtüp gizleyerek çözemiyoruz. ” (Postman)
Veri ve bilgi bombardımanının oluşturduğu teknopolinin simülasyonundan, Neo’nun Matrix’ten uyandığı gibi uyanmadıkça, gerçekten tek ihtiyacımız bir “yaşam deneyimi” olacaktır. Bu “yaşam deneyim” ise bize her zaman “görünmeyen el” ya da “büyük Öteki” tarafından sunuluyor olacak.
Kaynaklar:
1. Baudrillard, Jean (2008) . Simülakrlar ve Simülasyon 4. Baskı. Ankara: Doğubatı
2. Postman,Neil (1993). Technopoly – The Surrender of Culture to Technology. New York : Vintage House
3. Postman, Neil (1998). Five Things We Need to Know About Technological Change.
4. Zizek, Slavoj (2009). Matrix ya da sapkınlığın iki yüzü.
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017