Farklı Bir Perspektiften Singularity – 3

, 15 Kasım 2016

Birinci Söz üzerinden yapmaya çalıştığımız Singularity okumasına/analizine kaldığımız yerden devam edelim. Metin (sadeleştirerek) şu şekilde ilerliyor:

“Sadece bazı göçebe kabilelerin yaşadığı, ıssız Arab çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabîle reisinin ismini alsın ve himayesine, korumasına girsin. Tâ ki, eşkiyaların, haydutların şerrinden, kötülüğünden kurtulup ihtiyaçlarını tedarik edip, karşılayabilsin. Yoksa tek başına, hadsiz düşman ve ihtiyaçlarına karşı perişan olacaktır. İşte böyle bir seyahat için iki adam, sahraya (çöle) çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi (alçakgönüllü, haddini bilen, edepli) idi. Diğeri mağrur (kibirli, kendini büyük gören, kendine güvenen)… Mütevazi olan, bir reisin ismini aldı. Mağrur ise almadı… Alanı, her yerde selâmetle, huzur içinde, kalp rahatıyla gezdi. Yolkesen bir eşkiyaya rast gelse, “Ben, filan reisin ismiyle gezerim.” der. Eşkiya defolur, ilişemez. Bir çadıra girse, o himayesine girdiği kabile reisinin namı ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki, tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil, hem rezil oldu.”

Yukarıdaki sembolik hikayecikte iki adamı birbirenden ayıran temel iki özellik/sıfat: mütevazi ve mağrur olmaları.

Tevazu kökünden türemiş “mütevazi” sözcüğü; konumunun ve durumunun farkında olan, cahilce boyunu aşkın iddialara girmeyen, büyüklenerek diğer varlıklara tepeden bakmayan, haddini bilerek edep ve saygı kıyafetini kuşanan, aklı başında, farkındalık sahibi vb anlamları içermekte. İnsanı insan yapan en temel özelliklerden biri tevazu. Şükür ahlâkına giden yolun ilk basamağı da yine o. Kuranî bir yaklaşımla: aczim (güçsüzlüğüm) ve fakrım (ihtiyaçlarım), şayet bakış açımı doğru ayarlayabilirsem aslında benim en büyük sermayem ve zıplama rampamdır. Çünkü güçsüzlüğüm beni bir dayanak noktası aramaya sevkeder, o da beni Rabb’in sonsuz kudretine yani Kadîr ismine ulaştırır. Sayısız ihtiyaçlarım ise beni o ihtiyaçları karşılama ve doyurma anlamında arayışa sevkeder, o da beni Rabb’in sınırsız hazinelerine, cömertliğine, rahmetine yani Ganî, Kerim, Rezzak, Münim, Rahman gibi isimlerine ulaştırır. O isimler de beni insanî semaya (gökyüzüne) , hakikî mutluluğa (ebedi saadete), itminana (oturaklaşmış bir kalp ve huzurlu bir vicdana) taşır.

Gurur kökünden türemiş “mağrur” sözcüğü ise; aldanmışlık, kendini büyük görme, kendi gücü ve bilgisinin kendisine yeteceğine inanma, hakikat karşısındaki hatalı tavır, nasihate ve yardıma kapalı olma, başkasının hediyesi olan güzellikleri kendinden bilme, aslı olmayan temelsiz zanlara kapılma, şuursuzluk, gaflet, cehalet gibi anlamları içermekte. Dolayısıyla kendi konumu ve durumunun farkında olmaya en büyük engel, hakikatle aradaki en kalın perde “mağruriyet”tir denilebilir. Zaten kelimenin etimolojik olarak (adeta neden-sonuç ilişkisi içerisinde olan) iki temel anlamı var. Gurur ve aldanmışlık. Adeta aldanmışlığın (hakikati şeffaf ve aslına uygun bir şekilde görememenin) nedeni gurur, gururun (kibir, büyüklenme, egosuna dayanıp/güvenme anlamındaki gurur; yoksa izzet ve onur anlamında değil) kaçınılmaz sonucu ise aldanmışlıktır.

Nursî külliyatının ruhu sıkılsa, üç temel kavramın hedef tahtasına konarak, devamlı onlara ok yağdırıldığı görülür. Bu üç kavramdan birincisi “temellük” yani sahiplenme, kendinden bilme, kendini güzelliklerin kaynağı olarak görme hissidir. Rabbin “Mâlik”, “Sahip” gibi isimlerini algılayıp, anlamlandırabilmemiz için bize cüzî (küçük ölçekte) ve sanal olarak verilmiş bu his doğru yerde, doğru şekilde kullanılmadığı zaman kalınlaşır, kuvvetlenir ve insanda baskın bir karakter haline gelir. Sonrasında insan, bütün varlığın Hakiki Sahibini unutarak, kendisinin sadece geçici bir emanetçi olduğundan gaflet ederek “Benim ilmim, benim bilgim, benim gücüm, benim bedenim, benim keşfim, benim buluşum, benim yeteneğim, benim zekam, benim ailem ..vb” diyerek Rabb’den adım adım uzaklaşır. Nefis (ego, benlik, ene) kendini kendisine hakikî sahip zannederek adeta firavunlaşma yoluna girer. Bir süre sonra Rabb ve İlah olarak sadece kendisini, heva ve hevesini tanır. Mutlak gaflet içinde istek ve arzuları peşinde koşturarak bir ömür geçirir. Hatta bir noktada kendisini ezelî ve ebedî zannetmeye ve ölüm hakikatine dokunamamaya başlar. İşte bütün bu sürecin ilk basamağı temellük (sahiplenme) hissinin su-i istimalidir ve külliyat içindeki farklı metinlerde, bunun hakikatsiz bir yanılsama olduğu farklı biçimlerde ifade edilmiştir. Müstakim (doğru) yaklaşım ise, üzerimizdeki nimetleri görmezden gelerek nankörlük yanlışına da düşmeden, “Evet bana emanet edilmiş, bende gözüken bazı güzellikler var ama bunların asıl sahibi ve kaynağı ben değilim. Bana sadece geçici bir tasarruf hakkı tanınmış. Bu güzelliklerin Hakiki Sahibi, bütün bu nimetleri bana olan sevgisi ve şefkati nedeniyle, benim aczime ve fakrıma binaen bana tattırıyor ve dolayısıyla Kendisini bana tanıttırıyor.” şeklinde olmalıdır.

Bu üç kavramdan ikincisi ise “tavattun”dur. Yani dünyayı asıl vatan sanma, atamız Hz.Adem’in cennetten çıkarıldığını ve bu dünya sahnesi sonrası bizi bekleyen ahiret menzillerinin asıl yurt olduğunu unutma. Dolayısıyla çılgınca, hırsla, açgözlülükle bu dünyaya kök salmaya, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya ve malesef zaman içinde de yaşadığı gibi inanmaya başlama.. yani hem ölümlü varlığını, hem içinde yaşadığı fânî dünyayı ebedi ve sabit zannetme.

“Eyvah! Aldandık. Şu dünya hayatını sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik, kaybettik. Evet şu hayat bir uykudur, bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider…
Kendine güvenen ve kendini ebedî, ölümsüz zanneden mağrur insan, yokluğa mahkûmdur. O sona doğru süratle gidiyor. İnsanın hanesi, evi olan dünya ise, hızla yokluk karanlıklarına doğru düşmekte. Emeller/arzular bekasız, sonuçsuz, devamsız.. elemler/hasretler/hüzünler ise ruhta bâki kalır.
Madem hakikat böyledir; gel ey hayata çok müştak (istekli) ve ömre çok talip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emeller (arzular) ve elemlere (üzüntüler) mübtela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasılki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad edip güvenir.. gecenin hadsiz karanlığında kalır. Bal arısı, kendine güvenmediği için, gündüzün güneşini bulur. Bütün dostları olan çiçekleri, Güneşin ışığıyla yaldızlanmış olarak görür. Öyle de: Kendine, varlığına ve benliğine dayansan; yıldız böceği gibi olursun. Eğer sen, fâni, geçici, ölümlü varlığını, o varlığı sana veren Hâlıkın (Yaratıcının) yolunda feda etsen, bal arısı gibi olur ve hadsiz bir varlık nuru bulursun. Hem feda et. Çünkü şu varlık, sende emanettir.
Hem onun mülküdür, hem o vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek feda et; tâ ki beka bulsun. Çünkü beka fenadan geçiyor. Doğru zeminde (toprakta) bir çekirdek görünüşte çürüyor fakat ağaç oluyor. Yanlış zeminde ise çürüyüp beyhude, boşa gidiyor..” (Nursî, sadeleştirerek 16.Mektup’tan)

Üç kavramdan sonuncusu ise “tekebbür” yani büyüklenme, kibirlenme, yanlış olarak kendinde hakikî bir güç, bir iktidar, bir hâkimiyet vehmine/kuruntusuna kapılmadır.

Temelleri aslında çok önceden atılan (şayet daha önce okumadıysanız Oğuz Aksakal’ın Her-An’da daha önce yayınlanan “Transhümanizm’e Giriş” yazı dizisini okumanızı tavsiye ederim), günümüzde ise yeni yeni ve fakat hızla gelişip, serpilmeye başlayan transhümanizmin gayr-ı meşru çocuğu diyebileceğimiz Singularity akımı adeta yukarıda geçen bu 3’lü saçayağı (temellük, tavattun, tekebbür) üzerinde yükseliyor. (daha doğrusu yükselme/yükseltme yalanıyla zeminin derinliklerine doğru alçalıyor.)

Bir kez daha kısaca hatırlatmak gerekirse: Temellük (hakikî sahip olma, mâlikiyet kuruntusu), tavattun (bu dünyayı sabit/ebedi ve asıl vatan zannetme), tekebbür ( kendi kibri, egosu ve sanal/geçici iktidar yanılgısı içinde cahilce büyüklenme).

İsterseniz insanların gerçeklik algısıyla oynayan (ve hatta çalan!), yakın gelecekte çağın en büyük sihirbazı (gözbağcısı) olmaya aday Singularity’nin bazı vaat, iddia ve tezlerine bir de bu perspektiften, yani tukarıda bahsi geçen üç kavram üzerinden bakalım:

  • Bilim ve teknolojinin tüm imkânları kullanılarak (dağları çatlatacak bir kibir ve büyüklenme tavrı içinde!), hastalıkları ve hatta ölümü dahi yenmiş, fiziksel-zihinsel-duygusal kapasiteleri çok üst düzeye çıkartılmış bir üstform, yarı tanrı bir öte-insan “yaratma” iddiası
  • Ernest Renan’ın “Nasıl insanlık hayvanlıktan ortaya çıktıysa, ilahlık da insanlıktan ortaya çıkacaktır” iddiasını fikrî bir temel ve doktrin olarak benimseyerek, bu fikri günümüzde “Bizler tanrılar olacağız”, “Bizler artık tanrılarız!” (We are gods now!) tarzı hezeyanlarla dile getirme * Bkz: yazının sonundaki not
  • İnsanın biyolojik evrimine (!) günümüz bilim ve teknolojisi ile dışarıdan müdahale ederek (extropy) ile üstün insanın yolunu açma ve “Biz artık bu işe (kendi evrim sürecimize) el atıyoruz.” iddiası. (katılımcı evrim teorisi)
  • Ölümden sonra bedeni veya kesilen başı dondurma (cryonics), bilinç yükleme (mind uploading) ve yapay bedenlerin kullanımı ile ileride bulunacak (!) ölümsüzlüğe giden yolda önemli adımlar atma iddiası.. ve liste uzuyor..

Transhümanist hareket ve Singularity bir tarafta yapay zekâ, sanal gerçeklik, yapay organlar gibi çalışmalar yürütürken diğer tarafta hayal dünyamızı hızla şekillendirmeye devam ediyor, sinsice zihnimizi ele geçiriyor, onu yapaylıkla meşgul ederek köklerinden kopartıyor, bizleri şoklayarak bir tür boşluğa (anlamsızlığa) çekiyor. Bu şeytanî oluşum insanı özgürleştireceğini iddia ederken, aslında onu teknolojik ilüzyonlarla kendi ego’sunun dar hücresine ve yanılsamalarına mahkum ederek, kendi “mağruriyet”inin kölesi haline getiriyor.

Singularity’nin haddi aşan, mağruriyet ve kibir dolu iddialarını bir de 30.Söz perspektifinden bakacak olursak:

“Eğer ene (benlik, nefis, ego), yaratılış hikmetini unutup, fıtrî vazifesini terkederek kendine kendi için baksa, kendi kendinin asıl sahibi olduğuna inansa, o vakit emanete ihanet eder. İşte bütün şirkleri, kötülükleri, şerleri ve dalaletleri (sapkınlıkları) doğuran enaniyetin (benliğin) şu yönüdür ki; gökler, yer ve dağlar dehşete düşmüşler, farazî bir şirkten (Allah’a ortak koşmaktan) korkmuşlar. Evet ene sanal bir kıyas ölçüsü, hakikî varlığı olmayan farazî (varsayılan) bir hat iken, niteliği ve fonksiyonu bilinmezse, hiç farkettirmeden gaflet toprağı altında büyür, gittikçe kalınlaşır. İnsanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi insanı yutar. O insan, bütün duyguları ve hisleriyle âdeta ene (ego) olur. Sonra nevinin yani insan ırkının enaniyeti de ırksal bir kibir şeklinde o enaniyete kuvvet verir.. artık o ene, o kibre de dayanarak, şeytan gibi, Sanatkârının, Yaratıcısının emirlerine karşı çekişme ve çatışma tavrına girer. Sonra herkesi/herşeyi kendine kıyaslayarak, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü onlara taksim edip, bölüştürür. Gayet büyük bir şirke düşer. Evet nasıl devlet malından para çalan bir adam, bütün orada bulunan arkadaşlarının da bir miktar almasını kabul etmek zorunda kalır. Öyle de “Kendi kendimin hakiki sahibiyim” diyen bir insan da “Herşey kendi kendinin hakiki sahibidir” demeye ve öyle kabul etmeye mecbur olur.
İşte ene (ego, nefis, benlik) şu hain vaziyette iken mutlak cehalet içindedir. Binlerce bilimde uzman olsa ve ansiklopedilerce malumatı hafızasında bulundursa bile katmerli cehalete gömülmüş durumdadır. Çünkü duyguları, fikirleri kâinattan Allah’a ait tevhid ve hikmet nurlarını getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ilme dönüştürecek, ışıklandıracak ve devam ettirecek bir madde bulamadığı için sönerler. Gelen herşey, nefsindeki renkler ile boyalanır. Dolu dolu hikmet çağlayanları gelse, nefsinde anlamsızlık suretini alır. Çünkü şu haldeki ene’nin rengi, şirk ve Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa; o ene’deki karanlıklı bir nokta, onları söndürür, göstermez.”

Evet, mesele binlerce yıldır olduğu gibi yine gelip insanın “tanrılık arayışı” eksenine oturuyor. Etten, kemikten yapılmış, hamuru acz ve fakr ile yoğrulmuş, sayısız ihtiyaçlarla çevrili bir varlığı iflah olmaz şekilde böylesine bir arayışa iten temel faktörler insanlık tarihi boyunca benzer ve hatta aynı, bu sefer farklı olan/olacak şey ise her gelen peygamberin insanlığı kendisine karşı uyardığı deccaliyetin bu arayışa daha önce hiç görülmemiş bir cevap/çözüm iddiasıyla insanlığın karşısına çıkacak olması.

* Not: Bu noktada bir ayrımın üzerinde durmak yerinde olacaktır sanırım. Birkaç asırdır adeta (medya ve bilimin tekelleşmesiyle) sihir seviyesine çıkarak, batı dünyasındaki (daha doğrusu dominant kültür üreticisi olan Batı’nın etkisindeki dünya genelinde) kitleleri etkisi altına alan mayeryalizmin (maddeciliğin) kucağında şekillenen singulariteryenlerin kullandıkları “god/tanrı” ifadesinin zihnî arka planında ve satıraralarında antik yunan mitolojisi temelli antropomorfik yanî insansı bir tanrı tasavvurunda olduklarını belirtmek gerekir. Yoksa İslam dininde, ilahî sıfat ve isimleri içerisinde kabul edilen mutlak ve müteal (aşkın) bir ilahın/tanrının varlığını zaten en baştan kabul etmedikleri ortada. Bununla bağlantılı olarak F.Kaya’nın yaptığı “Singularity’nin evveli ateist, ahiri teisttir.” tespitini ve Singularity’nin şu andaki “peygamberi” konumundaki Kurzweil’in “Tanrı’ya inanıyor musunuz?” sorusuna “Henüz değil.” cevabını hatırlatıp devam edelim..
İslam’ın ilah/tanrı (hususi ismiyle Allah) anlayışı ise; ezelî, ebedî, zaman ve mekanla kayıtlı olmayan, kâinat cinsinden olmayan, durağan olmayan/her an farklı bir yaratım (tecelli) üzere faal olan, ilim-irade-kudret gibi sıfatları mutlak yani sınırsız, varlığı kendinden, Kendisi dışındaki bütün varlığın (kâinatın) devamı O’nun kayyumiyetine yani ayakta tutmasına bağlı cinsiyet-yemek-içmek-uyumak-unutmak gibi beşerî zaaflardan münezzeh, değişmeyen/dönüşmeyen/başkalaşmayan, eserleri ve icraatiyle apaçık görünür (aşikâr) Zâtıyla gayb (bilinemez), Kendisini kâinattaki varlıklar ve olaylar ile ve ayrıca semavî kitap ve görevlendirdiği peygamberlerle tanıtan, ayrıca kendine has özel ismi “Allah” ism-i şerifinin hemen yanında Kendisini öncelikle Rahman ve Rahîm olarak tanıtan yani rahmeti, merhameti, şefkati, affediciliği önceleyen, doğmamış/doğrulmamış, eşi-benzeri-zıddı olmayan (Ehad, Samed), eserleri ve icraatında görülen büyüklüğü ve azameti karşısında Kendisine saygıyla rukû edilmeye ve mükemmelliği ve aşkın güzelliği karşısında hayret ve muhabbetle (sevgiyle) Kendisine secde edilmeye layık, hoşnutluğu ve dostluğu herşeye ve herkese bedel, icraati hikmetli, rahmeti kuşatıcı bir tanrı inancıdır.

“Farklı Bir Perspektiften Singularity – 3” yazısına bir yanıt var

  1. Leyli demiş ki: ( 15 Kasım, 2016, 23:15)

    Elinize sağlık. Allah razı olsun, hayrınızı arttırsın.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.