Farklı Bir Perspektiften Singularity – 4

, 22 Kasım 2016

Birinci Söz’de kaldığımız yerden devam edelim.

“Sen sahradaki (çöldeki) o seyyahsın (uzun bir seyahatte, geçici olarak dünya durağına uğramış bir yolcusun). Şu dünya ise, bir çöldür. “Acz”in (güç yetirememe durumun) ve “fakr”ın (ihtiyaç halinde bulunma durumun) ise hadsizdir.”

Bu ifadelerle realist ve objektif bir durum tespiti yapılarak, hakikat açısından insanın içinde bulunduğu durum ifade ediliyor. Ayrıca, aklı yerinde her ferdin bu realite ışığında tavır almasının gerekliliği de dile getirilmiş oluyor. Diğer taraftan, singulariteryen yaklaşım ise, adeta çılgınca bir akıl tutulmasıyla, ölümü görmezden gelerek, insanın bu dünyada sonsuzca kalıcı olabileceğini, dünyanın çöl değil bir cennet (!) olacağını (bu noktada Deccal’in yalancı cenneti ve sanal alemde oluşturulmaya çalışılan vahalar(!) akla getirilebilir), acz ve fakrın yenilerek üstesinden gelinebilecek, geçici, arızî, negatif durumlar olduğunu ve ayrıca geleneksel insanın güçsüzlüğüne son verip bütün arzularının bilimsel/teknolojik gelişmelerle karşılanmasının mümkün olduğunu savunmakta. Bu iddialar, esasen temelsiz ve gerçeği perdeleyen ifadeler olsa da, nefsin doğasında potansiyel olarak Yaratıcısına, Rabbine karşı isyan ve nankörlük, dünyaya karşı (negatif anlamda) aşk, işine gelmeyen hakikatlere karşı da körlük bulunduğu, ve ayrıca içinde bulunduğu “an”a bütün bir geleceğini feda etme yani aklını (sağlıklı muhakeme/analiz/değerlendirme yeteneğini) devredışı bırakarak, anlık hislerle hareket etme eğiliminde olduğu için nefsin hoşuna gidiyor. Dolayısıyla nefsini terbiye altına alamamış, koşulsuzca anlık zevklere, hevaya ve nefse tâbî bir insan (hedonist?), aklını devredışı bırakıp, bazı insanî hislerini iptal/bloke edip, vicdanını susturup, adeta kendilerini ateşe atan pervaneler misali kendisini bu vaatlerin kucağına atmak, kurt mu kuzu mu olduğuna bakmadan kendisini karşısındakinin kollarına bırakmak istiyor. Bu tespit (nefsin doğası) ışığında, deccaliyeti temsil ettiğine/edeceğine inandığımız Singularity Hareketi’nin çok da uzak olmayan bir gelecekte, eğlence ve tüketim kültürüyle şekillenmiş, ruhsal direnci ve irade gücü iyiden iyiye kırılmış, amaçsızlık sıkıntısı/bunalımı içerisinde ve her yönüyle “savunmasız” durumdaki geniş kitleler için çekim merkezi olacağını öngörmek çok da zor değil.

Konuyla bağlantılı olarak “acz” ve “fakr” kavramlarını biraz daha açmaya çalışalım. Genel anlamda güç yetirememe durumunu ifade eden acz ve ihtiyaç halinde bulunma durumunu ifade eden fakr adeta insanın mayasını oluşturan temel iki hakikat. Somutlaştırmak adına örnek vermek gerekirse binlerce çeşidiyle hastalıklar, istenmeyen ayrılıklar, yaşlılık, deprem/yangın/sel vb doğal afetler, sosyal çalkantılar, iflaslar, ekonomik krizler, savaşlar, başkalarının/sevdiklerinin çektiği sıkıntılara yardımcı olamama durumu, genel ifadesiyle kişinin hayat içerisinde mutsuzluğuna neden bütün unsurlar ve en önemlisi de ölüm gibi yadsınamaz realiteler, insana acizliğini/güçsüzlüğünü hissettiren, adeta onu dörtbir yandan kuşatmış düşmanlar gibi karşısında durmakta. Bilincin farklı katmanlarında insanın endişelerini, korkularını ve kaygılarını  tetikleyerek, insanın tam ve hakikî/kalıcı bir emniyet hissini elde edememesine neden de esasen bu gibi faktörlerdir. Daha doğrusu insanın bu potansiyel risk ve sıkıntıları tam anlamıyla bertaraf etmeye gücünün yetmemesi durumu, yani acizliğidir.

Diğer taraftan beslenme, barınma, sevme-sevilme, şefkat görme, onaylanma, güvenlik, aile kurma, gördüğü/haberdar olduğu hoşuna giden şeylere sahip olma arzusu,
daha genel bir ifadeyle düşüncesinin/hayalinin ulaştığı herşeyi sonsuzca ve bütünüyle istemek ise insanın ihtiyaçlarını yani fakrını oluşturmaktadır.

İşte modern felsefe ve özellikle son 4-5 asırda oluşan batı kültürü (bir yönüyle haklı olarak) insanın mutsuzluğuna neden olarak gördükleri bu iki kavrama (acz ve fakr) savaş açmıştır. Sorun şu ki, asırlardır devam eden bu savaş insanlara/insanlığa mutluluk getirmediği gibi aksine bireylerin mutsuzluğunu, komplekslerini, bölünmüşlüklerini, iç huzursuzluklarını kat ve kat arttırarak varoluşsal sıkıntılarını daha da derinleştirmiştir. Bunun yanında benimsenen yaklaşımın gözü dönmüş bir hırsla dünyanın maddi/manevi birikimini ve mirasını yağmalaması, sosyal ve ekolojik dengeleri acımasızca bozması, elde etme ve egemenlik kurma paradigmaları ekseninde hareket etmesi vb durumlar nedeniyle de dünyayı daha güzel ve yaşanabilir bir yer yapılamamıştır. Şunu da hatırlamakta fayda var, batı dünyası küresel etkileri olan bu hamleleri yaparken ekonomik/siyasî amaçlarını meşrulaştırmak, gelebilecek itirazların daha en baştan önünü kesmek için bilimi/tekniği/teknolojiyi adeta kutsayarak, kendi gayri insanî emellerine ulaşmak için bu kavramların arkasına sığındı ve şayet yeterince sabırlı olunursa belli bir sürecin sonunda bu yaklaşımın insanlığa huzur, mutluluk, özgürlük getireceği iddiasında bulundu.

Aslında Rönesans sonrası icadlar, keşifler ve teknik ilerlemenin olumlu rüzgarını arkasına aldığı da söylenebilir. Fakat 18.yy aydınlanma çağı filozoflarının (bütün iyimserlikleriyle) tekniğin insanlığa mutluluk getireceği tezi 19.yy’da milliyetçilik hareketlerinin tetiklediği kanlı savaşlar, sanayileşmenin neden olduğu sınıfsal sömürü ve huzursuzluklar ile sekteye uğradı. Herşeye rağmen bu yaklaşımı savunan elitler (bazı özeleştiriler müstesna) insanî değerleri gözardı ederek tezlerini savunmaya devam ettiler: Bilim + Teknik = İnsanlığın Mutluluğu. Fakat insanlık yüzyılların negatif birikimini, Birinci ve ardından İkinci Dünya Savaşları ile çok kanlı ve dramatik bir şekilde (on milyonlarca insanın ölümüne ve çok daha fazlasının trajedisine neden olarak) adeta kusunca insanlık projesi de telafi edilmez bir şekilde çatlamış oldu. Bu noktada muktedirlerden insanî acz ve beşerî fakr ile mücadelede temel bir yaklaşım hatası yaptıklarını itiraf etmeleri beklenirken, hatayı bir kez daha perdelemek adına modern bireyin gafletini tüketim ahlâkı ile kalınlaştırarak, “iptal-i his” nevinden sıkıntılarını baskılamayı tercih ettiler. Dünya genelinde akl-ı selimi temsil eden bilge insanların yaklaşımı yerine hırslı siyasetçiler/sermayedarlar ve sistemin hizmetindeki ihtiraslı bilim adamları tercih edildi ve desteklendi. Sonrasında ise 20.yy’ın ilk yarısında yaşanan insanlık çapındaki felaketlerin özeleştirisi yapılmadan ve hatta adeta yok sayılarak, 1950’lerle başlayan “amerikan rüyası” konsepti etrafındaki kapitalizm çılgınlığı.. Bir adım sonrasında ise (özellikle 1980’ler sonrası) bu çılgınlığın gelişen kitle iletişim ve ulaşım araçlarının yardımıyla dünya geneline ihracı. Ve yaşanan acıların, akan gözyaşı ve kanın azalması yerine malesef dünya genelinde daha da yaygınlaşması.. Batıdaki şanslı azınlık sayılabilecek, nisbeten seçkin sınıflara aidiyeti bulunan bireylerin dahi, (insan doğru analiz edilip onun doğasına uygun reçete sunulamadığı için) hakikî mutluluğu yakalayamamaları.. Bütün bu tabloları görmezden gelerek,  kanamakta olan tümel insanlık vicdanını modern medeniyetin fantazileri ve eğlence kültürüyle bastırmaya çalışarak, insanlığı nefsaniyet ve cismaniyetine hapsetme. Sonuç olarak insanlar arasındaki manevî/kalbî/vicdanî bağların zayıflayıp kopması, negatif anlamda umursamaz bir bireyselliğin dünya geneline hakim olmaya başlayarak hissizliği/duygusuzluğu insanlığın karakteristik özelliği haline getirmesi. İyilik daha az prim yaparken her geçen gün kötülüğün biraz daha mevzi kazanması.. Ve sistemin tekrar tıkanmaya başlayarak, yüzündeki makyajların dökülmeye başladığı bugünlerde insanlığı bir kez daha efsunlayıp uyutabilmek adına gafletin belki de bugüne kadar görülmemiş son perdesini (kutsanmış teknolojiyi de kullanarak) tanrılaşma/ölümsüzlük/mutlak mutluluk iddiaları eşliğinde sahneleme hazırlıkları. Yani transhümanizmin çekici fakat zehirli bir meyvesi olarak Singularity.

Sözün başına dönecek olursak, bahsettiğimiz tarihi sürece yön veren elitler (biraz da kibirli bir tonlamayla) insanın doğasında bulunan “acz ve fakr ile mücadele” iddiası ile yola çıkmıştı. Fakat durumu insanlık adına daha kötü hale getirip, çabaların boşa gitmesinin nedeni/nedenleri neydi? Bu sorunun cevabı ciltlerce kitabı kapsayacak genişlikte olsa da, kısaca ifade etmek gerekirse, büyük bir hata yapılarak, varoluşsal olarak insanda bulunan acz/fakr hakikatlerinin tanrılaşma iddiası ve güç (bilimsel, siyasi, ekonomik, teknolojik vb her boyutuyla güç) ekseninde çözülebileceği yanılgısı. Uhuvvet (kardeşlik), muhabbet (sevgi), ihlas (samimiyet), merhamet, adalet, şefkat, alçakgönüllülük gibi vasıflarla bezenmiş selim bir kalbin önderliği olmadan, egonun hizmetindeki dünyevî akıl ve zekanın peşinde çıkılan her yolculuğun daha karanlık limanlarda son bulacak olmasını görememe..

İşte bu noktada, acz/fakr realitelerini kabulle birlikte, Batı’dan farklı bir yaklaşımla konuyu ele alması Nursî külliyatının omurgasını oluşturan ve ona orjinallik kazandıran temel bileşenlerden biri olarak karşımıza çıkmakta. İnsandaki acz ve fakrı aymaz bir kibirle görmezden gelmek, yok saymak veya kaba kuvvetle yenmeye çalışmak yerine, onların varlığını (dolayısıyla insanî güçsüzlüklerimizi) kabulle birlikte, şayet doğru yerde ve doğru şekilde kullanılırsa insanı yükseltecek birer rampa veya uçmasına vesile kanatlar olabilecekleri tespiti..

Bir sonraki yazıda, külliyattan bazı alıntı pasajlarla konuyu, yani acz ve fakr kavramlarını/hakikatlerini biraz daha açmaya çalışalım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.