Farklı Bir Perspektiften Singularity – 5

, 29 Kasım 2016

Yazı serimizin bir önceki bölümünde ontolojik olarak insan mahiyetinde bulunan güçsüzlükler (acz) ve ihtiyaçlara (fakr) değinmiştik. Bu durum karşısında (esasen kökenleri Antik Yunan’daki felsefî akımlarda çokça bulunabilecek) insanın “tanrılaşma çabaları”nın özellikle son 4-5 asırdaki serüvenine çok kısa olarak göz atmaya çalışıp, bu akımın günümüzdeki yansımasının/izdüşümünün/meyvesinin karşımıza “Singularity” adıyla çıktığı saptamasında bulunmuştuk. Ayrıca insanî acz ve fakra karşı, yüzyıllara yayılan bu mücadelenin insanlığın mutluluğu adına bir türlü istenilen sonucu vermeyip/veremeyip, aksine durumu daha da kötü hale getirdiği, bunu yaparken de kendisini meşrulaştırma adına bilim ve teknolojinin arkasına sığındığı gerçeği üzerinde durmuştuk. Konunun Nursî külliyatında ise, materyalist Batı yaklaşımından farklı olarak ele alındığını, insanın acz ve fakrına yok edilmesi gereken yüzde yüz/saf kötülük/şer olarak bakılmadığını, doğru ve gerçekçi bir yaklaşım ve metotla, insan mahiyetine belli hikmetlere binaen yerleştirilmiş bu hakikatlerin insanın aklen, ruhen, kalben yükselmesine hizmet edip, ayrıca varlıkla ve kendisiyle barışık hale getirebilecek faktörler olarak ele alındığını paylaşmıştık. Geçen yazıda söz verdiğimiz gibi, bu yazıda külliyattan bazı alıntı pasajları (sadeleştirerek) paylaşmak, konuyla ilgili külliyattaki yaklaşım ve yorumları daha da netleştirecektir. İlgili pasajları paylaşmadan önce şunu da belirtmek gerekir ki, müellif külliyatın birçok yerinde bu yorumların şahsına ait olmadığını, İslam’ın ruhunda/Kuran’ın mânâsında acz ve fakr eksenli bu tespitlerin mündemiç bulunduğunu ısrarla vurgulayarak ifade eder. İlgili pasajlara geçecek olursak:

“Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip (ulaştırıp, bağlayıp) Kadîr-i Rahîm’in (yani kudreti sonsuz, şefkati engin olan Allah’ın) dergâhında (kapısında, huzurunda) senin güçsüzlüğünü ve muhtaçlığını senin adına ilahî şefkati çekecek, celbedecek en makbul şefaatçiler yapar.”

“(..)Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın senin mahiyetine yerleştirilmesinin nedeni, onların ölçüleriyle ilahî kudretin ve rabbanî rahmetin derecelerini anlamaktır. Nasılki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envaı miktarınca, yiyeceklerin lezzetleri, dereceleri, çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, ilahî kudret ve zenginliğin derecelerini anlamaya çalışmalısın. İşte senin hayatının en önemli gayelerinden birisi budur.”

“(..)İnsan binler çeşit elemler ile müteellim ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak hayat sahibi bir makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz ihtiyaçları bulunan ve devamlı surette ölüm, yokoluş ve ayrılık tokatlarını yiyen çaresiz bir varlık iken, birden iman ve kullukla böyle azamet sahibi bir Sultan’a bağlanıp, bütün düşmanlarına karşı bir dayanak noktası ve bütün ihtiyaçlarını isteyebileceği bir talep makamı bularak, herkes mensub olduğu sultanın şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadîr (kudreti sınırsız) ve Rahîm (şefkati engin) bir Sultan’a iman ile bağlansa, kulluk ile hizmetine girse ve ecelin idam hükmünü kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnetdar olup, ne kadar şükür içinde iftihar edebilir, kıyas ediniz.”

“(..)İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber dörtbir taraftan beni saran varoluşsal dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken; fıtratımda (yaratılışımda) ilahî kudret kalemiyle ebede uzanan arzular ve sonsuzluğa yayılan emellerin açık bir surette yazılıp, mahiyetime konmuş olduğunu gördüm.
Dünyada ne varsa, küçük ölçekte nümuneleri fıtratımda vardır. Bütün onlara karşı alâkadarım. Onlara ulaşmak için çalışıyorum.
İhtiyaç dairesi ise, nazar dairesi (gözün ulaştığı alan) kadar büyüktür, geniştir.
Hattâ hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hacet vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsizdir, sınırsızdır.
Halbuki iktidar dairem, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.
Demek fakr u ihtiyaçlarım, dünya kadardır. Sonsuzluğa uzanan bu ihtiyaçlara karşı, sermayem ise küçücük, cüz’î bir şeydir.
İşte şu dünya kadar ve milyarlarla satın alınamayan ihtiyaçlar nerede?
Ve bu beş paralık cüzî/küçük iradem ve iktidarım nerede? Bununla onlar satın alınamaz, bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.
O çare ise şudur ki: O küçük ve altı boş olan güç ve iktidar iddiasından dahi vazgeçip, üzerine düşeni elinden geldiğince yaptıktan sonra, İlahî iradeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden el çekip, Cenab-ı Hakk’ın havl ü kuvvetine sığınarak, tevekkülün hakikatine yapışmaktır. Ya Rab! Madem kurtuluş çaresi budur. Senin yolunda o vehmî/sanal güç ve iktidarımdan vazgeçiyorum ve enaniyetimden (kendisinde hakikî güç bulunduğunu vehmeden egomdan) teberri ediyorum.
Tâ ki senin inayetin (yardımın), acz u zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem tâ ki senin rahmetin, fakr u ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgâh (dayanak, sığınak) olabilsin, kendi kapısını bana açsın.
Evet, herkim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir damla serab hükmünde olan kendi gücüne itimad etmez; rahmeti bırakıp ona müracaat etmez…”

“Bak! O zât (Hz.Muhammed, asm) öyle bir hakikat ışığı/ziyası neşredip yayar ki: Eğer onun o nuranî, aydınlık irşad dairesi haricinde kâinata baksan; elbette kâinatı matem içinde bir yasevi şeklinde ve bütün varlıkları birbirine yabancı, belki düşman.. ve dağlar gibi büyük cansız nesneleri dehşetli cenazeler ve bütün canlıları yokoluş ve ayrılığın pençesinde ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak: O’nun (asm) getirdiği nur ile o umumî matemhane, şevk ve cezbe içinde bir zikirhaneye dönüştü. O yabancı, düşman varlıklar, birer dost ve kardeş şekline girdi. O cansız büyük nesneler (mesela dağlar); birer munis memur, birer dost hizmetkâr vaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva/şikayet edici kimsesiz yetimler, tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir (şükredici) suretine girdi.
Hem o nur ile; kâinattaki hareketler, değişim/dönüşüm ve başkalaşımlar mânâsızlıktan, anlamsızlıktan ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp rabbanî birer mektup, sanatlı birer yaratılış ayeti, ilahî isimleri gösteren birer ayna ve topyekün bütün âlem, Hz.Samed’in paha biçilemez bir hikmet kitabı mertebesine çıktılar. Hem insanı bütün hayvanların aşağısına düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacı.. ve hüzün, elem ve gamları başına toplayarak, onu bütün hayvanlardan daha bedbaht eden aklı, o zâtın (asm) getirdiği nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanların, bütün mahlukatın üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akıl ve niyaz ile nazenin bir sultan ve yeryüzünde Rabb’in nazlı bir halifesi olur. Demek o nur (Hz.Muhammed’in getirdiği, eşyanın hakikatini, perde arkasını ve varlıktaki kardeşlik bağlarını gösteren hakikat nuru/ışığı) olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi anlamsızlaşır, kıymetleri hiçe iner.”

“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın asıl vazifesi, iman ve (fiilî, kalbî, sözlü.. her çeşidiyle) duadır, Rabbin kudretine dayanmak ve rahmetinden talep etmektir.
Şu meselenin binlerce delilinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye açık ve kesin bir bürhandır. Evet insanın hayvanlardan farklı olarak, imtihan sırrıyla, iman ile Rabbini tanımak ve ruhen olgunlaşmak için dünyaya gönderildiğini insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan dünyaya geldiği vakit âdeta başka bir âlemde tekemmül etmiş, olgunlaşmış, gerekli şeyleri öğrenmiş gibi mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda, hayatına gerekli bütün şeyleri ve kâinatla olan münasebetini, ilişkisini ve hayat kanunlarını öğrenir, meleke (kabiliyet) sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı hayatı için gerekli iktidarı ve melekeyi, serçe ve arı gibi hayvanlar birkaç günde tahsil eder, yani ona ilham olunur. Demek hayvanın asıl vazifesi; hikmet ve hakikat peşinde olup, ilim tahsil etmek ve ruhen olgunlaşıp yükselmek ve aczini göstermekle meded istemek, dua etmek değildir. Hayvanın vazifesi; kabiliyetine göre amel etmektir, yani kendisi yaptığı işin şuurunda olmasa da, fiilî bir kulluktur.
İnsan ise dünyaya herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil olarak geliyor. Hattâ onbeş, yirmi senede hayat kanunlarını tamamen öğrenemiyor. Belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip bir-iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. Onbeş senede ancak zarar ve menfaatı farkedebiliyor. Ancak toplumsal hayatın yardımıyla hayatını devam ettirebiliyor.Demek ki, insanın fıtrî (yaratılışına uygun) vazifesi hakikat ilmini tahsil ve ruhen olgunlaşmadır, dua ile kulluktur. Yani: “Kimin merhametiyle böyle hikmetli bir tarzda idare olunuyorum? Kimin keremiyle, cömertliğiyle böyle şefkatle terbiye ediliyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir. Ve binden ancak birisine elinin yetişmediği ihtiyaçlarına dair, Kadıy-ul Hacat’a (bütün ihtiyaçları karşılayan/karşılayabilen Hz.Allah’a) acz ve fakrının diliyle/dilekçesiyle yalvarmaktır, kulluk edebi içinde istemek ve dua etmektir. Yani acz ve fakr kanatlarıyla yüksek kulluk makamlarına uçmaktır.
Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla olgunlaşmak için gelmiştir.
Hem insan, nihayetsiz acziyle birlikte sayısız belalara maruz ve (mikroptan depreme..) hadsiz düşmanlarının hücumuna mübtela ve nihayetsiz fakrıyla beraber sayısız ihtiyaçlar ve talepler içinde olduğundan, asıl fıtrî vazifesi imandan sonra “dua”dır. Dua ise, kulluğun özüdür. Nasıl bir çocuk, elinin yetişmediği bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yani acz diliyle ya fiilî, ya sözlü bir dua eder. Maksadına ulaşır. Aynen öyle de: İnsan bütün canlılar âlemi içinde nazik, nazenin, nazlı bir çocuk hükmündedir. Rahmanürrahîm’in dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, maksatlarına, arzularına ulaşsın. Yoksa bir sinekten şikayet eden akılsız ve haylaz bir çocuk gibi; ben bu şeyleri kuvvetimle elde edip, hepsini kendime itaat ettiriyorum diyerek nankörlüğe ve verilen nimetler karşısında körlüğe sapmak, insanın aslî fıtratına ters olduğu gibi, kendisini cezaya da müstehak eder.”

“İnsanın iki yönü var. Birisi, enaniyet (ego) cihetinde şu dünya hayatına bakar. Diğeri ubudiyet (kulluk) cihetinde ebedî hayata bakar. Birinci yön itibariyle öyle çaresiz bir mahluktur ki; sermayesi yalnız küçük bir irade, sınırlı bir iktidar, çabuk geçer kısa bir ömür, çabuk çürür küçük bir cisimdir. O yönü açısından ele alınınca, kâinatın tabakalarına serilmiş hadsiz nevlerin hesabsız ferdlerinden bir ferd olarak bulunuyor.
İkinci yönü itibariyle ve bilhâssa yüzü kulluğa dönük acz ve fakr cihetinde ise pek büyük bir genişliği var, pek büyük bir kıymeti bulunuyor. Çünkü Fâtır-ı Hakîm (icraatını sonsuz hikmetle, tam bir gayelilik içinde yapan, yaratan, düzenleyen Yüce Yaratıcı) insanın manevi mahiyetine adeta sınırsız bir acz ve hadsiz bir fakr yerleştirmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz Kadîr-i Rahîm ve zenginliği sınırsız Gâni-i Kerim bir zâtın hadsiz tecellisine (yaratımına) geniş, kapsamlı bir ayna olsun.”

İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünki o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, bütün şu varlıklar onun hizmetine verilmiştir. Eğer insan zaafını anlayıp, diliyle, haliyle, tavrıyla dua etse ve aczini bilip yardım istese ; bütün o hizmetlerin şükrünü eda ile beraber, talep ettiği şeylere öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle hizmetkâr olur ki, kişisel iktidarı ile onun binde birini elde edemez. Yalnız bazı vakit hâl diliyle yaptığı duasıyla hâsıl olan bir nimeti yanlış olarak kendi iktidarından zanneder. Meselâ: Tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendisine bakıcı yapıp, onu (annesini) aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte zaaftaki kuvvet ve şâyan-ı temaşa bir cilve-i rahmet…
Nasılki nazlı bir çocuk ya ağlamasıyla, ya istemesiyle veya hazîn haliyle isteklerini elde eder, çok güçlü kimseleri adeta kendine hizmet ettirir ki, kendi kuvvetçiğiyle o isteklerinin binde birine ulaşamaz. Demek zaaf ve acz, onun (o çocuk) hakkında şefkat ve himayeyi harekete geçirdikleri için adeta küçücük parmağıyla kahramanları kendine müsahhar edip, hizmet ettirir. Şimdi böyle bir çocuk, o şefkati inkâr ederek, akılsızca bir gurur içinde “Ben bunları kuvvetimle kendime hizmet ettiriyorum” dese, elbette bir tokata müstehak olur.
İşte insan da Hâlıkının (Yaratıcısının) rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham edecek (sorgulayacak, suçlayacak) bir tarzda, Karun gibi “Bu elde ettiğim şeyleri, ben kendi ilmim ve iktidarımla kazandım” dese, elbette kendini tokada müstehak eder. Demek yeryüzünde görünen şu insanlık medeniyeti, keşifler, buluşlar vb.. celb ile değil, kazanarak değil, galebe ile üstünlük kurup mücadele ve hâkimiyet ile değil, belki insanın zaafı için insanın/insanlığın hizmetine verilmiş, onun aczi için ona yardım edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o medeniyetin sebebi, kuvvet ve iktidar değil, belki şefkat ve rahmet ve ilahî hikmettir ki varlıkları onun (insanın) hizmetine vermiş. Evet, gözsüz bir akrep veya ayaksız bir yılan gibi haşerata dahi mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; o insanın gücü/iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan Rabbanî ikramdır.
Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Allah’ın dergâhında acz ve zaafını, ihtiyaç diliyle, fakr ve hacatını, dua lisanıyla ilân et ve kul olduğunu göster, insanlık semâsına yüksel.

“Farklı Bir Perspektiften Singularity – 5” yazısına bir yanıt var

  1. Leyli demiş ki: ( 29 Kasım, 2016, 10:30)

    Ara ara sürekli açılıp okunacak çok güzel bir derleme olmuş. Allah razı olsun.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.