Seveneves – 12: Popüler Kültürde Süper Askerler

, 25 Kasım 2016

Neal Stephenson’ın son romanı Seveneves’i incelemeye çalıştığım yazı dizisinin ikinci yarısında, romanın kurgusunda genetik mühendisliği yöntemleri ile köklü değişiklikler geçiren insanoğlunu ve bu yöntemlerin gerçek hayattaki yansımalarını incelemeye çalışmıştım. Son üç yazının konusu ise bu yöntemleri “insan genom mühendisliği” çerçevesinde savaş sanayisine uygulayan ve pek çok ses getiren projesi yanında savaş makinesi “Süper Askerler” üretme araştırmaları ile de ön plana çıkan Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı’na bağlı Defansif İleri Araştırma Projeleri Ajansı’nı  (Defense Advanced Research Projects Agency / DARPA) ele almaya çalışmıştım. Genetik mühendisliği penceresinden kaleme alacağım son yazı olacak okuduğunuz yazıda ise “Süper Asker” kavramının popüler kültürdeki yansımalarını paylaşmaya çalışacağım. Konu ile ilgili kapsamlı bir giriş yapmak isteyen okuyucularımıza Oğuz Aksakal’ın temel kavramlara değindiği Transhümanizm’e Giriş – 1 ve Stan Lee ve Marvel Comics’i derinlemesine incelediği Transhümanizm’e Giriş – 5 makalelerini özel olarak tavsiye ediyorum.

POSTHUMAN

Alman asıllı filozof Friedrich Nietzsche, 1883 senesinde yayınlanan ve ülkemizde de “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adıyla çevrilen kitabı Also sprach Zarathustra’da, Übermensch (Süperinsan) kavramının insanlığın kendisi için belirlemesi gereken bir hedef olduğunu savunur. Singulariteryen akımın hayata geçmesi için bütün güçleri ile çalıştığı, Homo Sapien olarak anılan insanoğlunun, Transhuman ara formu olarak tasvir edilen geçiş insanına ve oradan da nihai hedef olarak sundukları Homo Excelsior’a (Posthuman / Öte-İnsan) dönüşeceği “iddia” edilen evriminin, Nietzsche’nin Übermensch hedefi ile aynı olduğunu söyleyebiliriz. “Maymuna oranla insan neyse, insana oranla üst-insan (Übermensch) da odur.” sözleriyle insanlığa sunduğu hedefin büyüklüğünü kendince tasvir etmeye çalışan Nietzsche’nin süperinsan kavramının, popüler kültüre en direkt ve bir o kadar da çarpıcı ve kalıcı yansımalarından biri olan, çizgiroman ve sinema dünyasının tanınan karakteri Superman’in filozofun koyduğu bu çarpıcı hedefe uygun bir şekilde tasarlandığını açık bir şekilde görebiliyoruz. Televizyonun ulaştığı her toplulukta yaş, dil, din, ırk ve cinsiyet farklı olmaksızın herkesin tanıyacağı şekilde insanlığa malolmuş bir karakter olan Superman, kendisi gibi Singulariteryen kavramların toplumun alt kesimlerine ulaştırılması için bir araç olarak kullanılan diğer karakterler ve hikayelerle beraber, çizgiromandan, animasyona, romandan sinemaya kadar pek çok ortam vasıtasıyla bu kavramları halka maletmek için onyıllardır etkili bir şekilde vazifesini sürdürmekte. DARPA özelinde mercek tutmaya çalıştığım “Süper Asker” projesinin bu mecralar üzerinden popüler kültüre malolan bazı karakterlerini ve kavramlarını örneklendirerek ne kadar kapsamlı bir şekilde Übermensch’e giden geleceğe doğru hazılandığımıza biraz ışık tutmaya çalışacağım.

HALO

Halo, Microsoft’un 2001 senesinde kendi oyun platformu olan Xbox üzerinden piyasaya sunduğu, çok başarılı ve çok sevilen bir oyun serisi. 12 ayrı Halo oyununundan oluşan seri, piyasaya ilk çıktığı günden itibaren kültürel bir fenomen olarak insanların zihinlerine kazınmış durumda. Başarısıyla Time dergisinin 2005 senesinde yaptığı “2005 Time 100” listesine giren oyun, Variety dergisi tarafından da “Yıldız Savaşları’nın muadili” olarak tasvir edilmiş durumda. Halo’nun; Mario, Sonic ve Lara Croft gibi ikonik video karakterleri arasında anılan ana karakteri “Master Chief” John-117’nin ne kadar önemli bir video karakteri olduğunu anlayabilmek için karakterin Madame Tussauds tarafından yapılmış bir balmumu heykelinin Las Vegas’da sergilendiğini öğrenmek yeterli olacaktır. “Master Chief” (Usta Şef) rütbesine sahip bir asker olan John-117, Spartan’lar olarak anılan bir “Süper Asker” projesinin son hayatta kalan üyesi olarak 2001 senesinde çıkan ilk oyun Halo:Combat Evolved (Halo:Gelişmiş/Evrilmiş Savaş) ile oyun sahnesine çıkıyor. DARPA’nın uzun zamandır üzerinde çalıştığı çizgiroman ve sinema dünyasında iyi tanınan Demir Adam (Iron Man) benzeri dış iskelet (exoskeleton) zırha da sahip Spartan’ların konumuzla ilgili öne çıkan özellikleri ise biyolojik ve sibernetik olarak “geliştirilmiş” bir bedene sahip olmaları. Genetik müdahaleler ile kırılmayan kemiklere, insan üstü reflekslere, daha iyi gören gözlere ve 4-5 insan gücünde yorulmayan kaslara sahip Spartan’lar, MJOLNIR adı verilen rızhları ile donatıldıklarında ise savaştıkları uzaylı birliği Covenant karşısında etkili birer savaş makinesine dönüşmekteler.

YILDIZ SAVAŞLARI

Ülkemizde de dünya ile beraber 16 Aralık’da vizyona girecek Rogue One: A Star Wars Story ile sekiz sinema filmi, sayısı her geçen hafta artan 191 bölümlük animasyon serisi, sayısız roman ve çizgiroman sayılarından oluşan ve nesiller boyu süren bir kültür fenomeni olmaya devam eden başarılı bilim kurgu fantazi eseri Yıldız Savaşları serisi de  genetiği oynanmış askerlerden oluşan Klon ordularıyla DARPA’nın hedeflerinin popüler kültüre en malolmuş örneklerinden biri olarak uzun yıllardır hayatımızın içinde yer alıyor. İlk olarak serinin 1977’de vizyona giren ilk filmi Yıldız Savaşları:Yeni bir Umut’da (Star Wars:A New Hope) adı geçen Klon Askerleri (Clone Troopers) ve Klon Savaşları, 2002 senesinde Yıldız Savaşları:Klonların Saldırısı (Star Wars:Attack of the Clones) filmi ile uzun yıllar sonra bütün ihtişamı ile seyirci ile buluştu ve bunu 2003 senesinde televizyonlarda gösterilmeye başlayan 25 bölümlük 2 boyutlu bir animasyon serisi, 2008’de yayınlanan Yıldız Savaşları:Klon Savaşları (Star Wars:The Clone Wars) 3 boyutlu animasyon sinema filmi ve ardından 6 sezon aynı isimle devam eden başarılı bir 3 boyutlu televizyon animasyon serisi izledi. Yıldız Savaşları:Yeni Bir Umut filminin kurgusundan kısa bir zaman öncesini ele alan Rogue One:A Star Wars Story’de ve Star Wars:Rebels televizyon animasyon serisinde hala karşımıza çıkan Klon Askerleri, yeni nesil Yıldız Savaşları hayranlarının unutamayacağı karakterler olarak kurgu hayatlarına devam ediyorlar.

Kelle Avcısı Jango Fett’ten klonlanarak oluşturulan klonlar, klon olmalarının yanında üzerlerinde yapılan genetik değişiklikler sonucu normal bir insandan iki kat hızlı olgunlaşarak kısa zamanda savaşabilecek askerlere dönüşen ve daha sadık ve emirlere uyumlu olmaları sağlanan etkili bir savaş gücü. Aynı zamanda DARPA’nın Savunma Bilimleri Ofisi’nin özel olarak üzerinde çalıştığı, beyinlerine yerleştirilen implantlar sayesinde uzaktan kontrol edilebilecek askerler araştırmasını çok hatırlatan klon askerleri, Klon Savaşları’nın sonunda, yetiştirilirken beyinlerine yerleştirilen bir çipin Sith Lordu Darth Sidious tarafından aktive edilen Klon Protokolü 66 sayesinde kendi kontrolleri dışında neredeyse bütün Jedi’ları öldürerek Yıldız Savaşları evreninin büyük sırlarından biri olan “Jedi’lar Nasıl Ortadan Kayboldu?” sorusunu da beyaz perdede yanıtlıyorlar. Gerçek araştırmalar ve kurgu hikaye arasındaki benzerlik şaşırtıcı olsa da, DARPA’nın Savunma Bilimleri Ofisi’nin başkanı Michael Goldblatt’ın, aynı Yıldız Savaşları’nda gerçekleştiği gibi askerlerin beyin implantlarının düşmanlar tarafından uzaktan kontrol edilebilmeleri olasılığı karşısında sunduğu “Her şeyin istenmeyen sonuçları vardır.” tesellisinin milyonlarca Yıldız Savaşları hayranının acısını dindirebileceğini pek zannetmiyorum.

EVRENİN ASKERLERİ

Yönetmenliğini Yıldız Geçidi (Stargate/1994), Kurtuluş Günü (Independence Day/1996), Yarından Sonra (The Day After Tomorrow/2004) gibi gişe filmleriyle tanınan Ronald Emmerich’in üstlendiği 1992 senesinde vizyona giren Evrenin Askerleri (Universal Soldiers) serisinin ilk filmi tam da 90’ların başında DARPA’nın odağını kara, hava ve deniz kuvvetlerinde görev alan askerlerin savaş alanındaki verimliliğini arttırmayı hedefleyen programlar geliştirmeye başladığı yıllara denk geliyor. Yıllar içinde DARPA’nın gerçek dünyada geliştirdiği projelerin bir manzumesi gibi okunabilecek senaryoda, ünlü oyuncular Jean-Claude Van Damme ve Dolph Lundgren’ın canlandırdığı Vietnam’da ölen askerler, kriyonejik olarak dondurulup askeriye tarafından geliştirlen bir “Süper Asker” programında hatıraları silinmiş bir şekilde canlandırıldıktan sonra elit bir terörle mücadele takımına dahil ediliyorlar. Senaryo ilerledikçe Evrenin Askerleri olarak tabir edilen bu askerlerin genetikleri ile oynananarak daha kuvvetli iyileşme kabiliyetine sahip ve fiziksel olarak da çok daha güçlü savaş makinelerine dönüştürüldüğünü öğreniyoruz. Aynı zamanda sinir sistemlerini etkilen özel iğneler ile zihinleri yönlendirilmeye uygun ve hafızaları da bastırılmış tutulan bu “Süper Askerler”i işleyen seri, sonuncusu 2012 senesinde gösterilen ve Jean-Claude Van Damme ve Dolph Lundgren’in de başrölleri için geri döndüğü dört beyaz perde uyarlaması ve iki televizyon filmi ile yakın zamana kadar genetiği oynanmış askerlerin serüvenlerini anlatmaya devam ediyor. Serinin devam filmlerinde askerlerin genetik olarak klonlanması da eklenerek hikayedeki genetik mühendisliği kurgusu daha da genişletilmiş durumda. Hikayenin kurgusunda Evrenin Askerleri programının yaratıcısı olan Dr. Christopher Gregor’un, projenin 1960’lı yıllarda mükemmel askeri yaratmak için başladığı açıklaması ile DARPA’nın kuruluşunun aynı yıllara denk gelmesi de not edilmesi gereken bir ayrıntı.

KARA MELEK

Terminatör (1984), Yaratık II (Aliens/1986), Terminatör II (1991) ve Avatar (2009) gibi popüler kültürü şekillendirmiş ve Singulariteryen öğelerle dolu projelerin yaratıcısı James Cameron’un televizyon dünyası için geliştirdiği ilk projesi olan Kara Melek (Dark Angel), 2000 ile 2002 seneleri arasında gösterimde kalmış iki sezonluk bir siberpunk bilim kurgu projesi. Projede, dünyanın dengelerinin altüst eden hadiseler sonrasında post-apokaliptik bir dünyada geçen hikayede, genetiği ile oynanmış ve bir laboraturarda doğup büyüyen ve asker ve birer katil olmak üzere eğitilen çocukların hikayesi anlatılıyor. Jessica Alba’nın başrol olarak canlandırdığı, X5-45 kod adlı dokuz yaşındaki bir süperaskerin 11 denek kardeşi ile birlikte tutuldukları askeri laboratuardan kaçması ile başlayan hikaye, 10 sene zaman atlayarak 19 yaşındaki ana karakterimizin kendisini yakalamak isteyen devlet ajanlarından kaçması ve diğer kardeşlerini ulaşmaya çabalarıyla devam ediyor. İki saatlik ilk bölümü için 10 milyon dolar harcanan dizi ikinci sezonundan sonra iptal edilse de James Cameron gibi bir yönetmenin imzası ve özellikle dönemi için çarpıcı konusu ile popüler kültürdeki kalıcı yerini sabitlemiş durumda.

WARHAMMER 40,000

Warhammer 40,000, 1987 senesinde piyasaya çıkan ilk oyunundan beri cazibesini koruyan distopyan bir fantazi bilim kurgu evreni. Minyatür figürlerle masaüstünde oynanan bir savaş simulasyonu olarak başlayan oyun, aynı evrenden geçen pek çok yan oyuna, grafik romana ve bilgisayarda ve oyun konsollarında oynanan oyunlara kapı açarak hatırı sayılır bir hayran kitlesine ulaşmış durumda. Warhammer evreninin konumuz ile alakalı kısmı ise hikayenin merkezine oturan transhümanist süper askerler birliği Uzay Komandoları (Space Marines). Hikayenin kurgusuna göre, İnsanlığın İmparator’u kendi DNA’sını temel alarak 20 tane Primarch olarak adlandırılan muazzam fiziki ve psişik güçlere sahip genetik mühendislik ürünü varlıklar yaratır. Evrenin farklı yerlerinden çeşitli elemeler sonucu seçilen genç erkeklerden, pek çok biyolojik ve psikolojik testin ardından seçilenlere, Primarch’ların DNA’sını kullanarak oluşturulan özel organlar nakledilir ve sayısız biyolojik, kimyasal ve zihinsel tedavi ve eğitimin ardından ortaya Uzay Komandoları çıkmış olur. Vücutlarına nakledilen bu organlar sayesinde muazzam bir güç, çok hızlı reaksiyon zamanları, dayanıklılık ve beyinlerinin bazı kısımlarını kapatarak uzun süreler uykusuz kalabilme gibi insanüstü özelliklere kavuşan Uzay Komandoları, evreni istila etmiş Ork sürülerine karşı insanlığı korumak olan vazifelerinin başına geçerler. Genel anlamda DARPA’nın süper asker projesini çok hatırlatan özelliklere sahip Warhammer 40,000 evreninin Uzay Komandoları’nın uykusuz kalabilmek için beyinlerinin bazı kısımlarını kapatmasının, DARPA’nın yunus ve balinaların sahip olduğu bu özelliğin şifresini çözerek askerlerine uygulamak için araştırmalar yapması ile birebir örtüşmesi gerçeken de ilgi çekici bir nokta.

ÇİZGİROMAN DÜNYASI

1963 yılında yazar Stan Lee ve çizer Jack Kirby tarafından yaratılan mutant kavramı ve X-men mutant takımı, biyolojik evrim sonucu Homo Sapien’den doğal yollar ile Homo Superior’a bir atlama yaparak süper güçlere kavuşan bireylerin dünyaya gelmeye başlaması üzerine kurgulanmış karakterler. Posthuman kavramının Marvel evrenindeki izdüşümü olarak niteleyebileceğimiz mutantlar gibi süper güçlere sahip insanlar, DC çizgiroman evreninde metahuman olarak, Wildstorm ve 2001 senesinde alternatif bir gerçeklik olarak sunulan Ultimate Marvel’in sayfalarında ise doğrudan posthuman olarak yer almaktalar.

WEAPON PLUS PROGRAMI

Marvel evrenindeki “Süper Asker” programını anlamak için gizli bir askeri program olan Weapon Plus’ı incelemek gerekiyor. Uzun yıllar ünlü X-Men karakteri Wolverine üzerinde gerçekleştirdiği deneyler ile anılan Weapon X programının aslında daha kapsamlı Weapon Plus programının 18 ayrı projesinden 10.su olduğu ortaya çıkıyor (Mutant X geninden geldiği sanılan ismindeki X’in sonradan roman rakamı ve 10’u ifade eden X olduğu açıklanıyor).

KAPTAN AMERİKA

Marvel evreninin kurgusuna göre Weapon 0 olarak Amerikan, İngiliz ve Alman öjenik uzmanlarının araştırmaları ile başlayan ve Proje:Yeniden Doğum (Project:Rebirth) olarak anılan Weapon I projesi çizgiroman dünyasının en tanınmış süper askeri olan Kaptan Amerika’yı doğuran proje olarak geçiyor. Çelimsiz ama vatansever bir asker olan Steve Rogers karakterini Süper Asker Serumu sayesinde insani sınırların en uç noktalarına yükselten Weapon I programı sayısız çizgiroman serisinin yanında, üç ayrı Kaptan Amerika filmi ve Kaptan Amerika’nın da üyesi olduğu Avengers süperkahraman takımının iki filmi ile de dünya çapında tanınan bir karakter olarak sevenleriyle buluşmaya devam ediyor.

WOLVERINE

Weapon X olarak anılan 10. Weapon Plus programının en meşhur deneği ise X-Men çizgiroman ve sinema serisinin çok sevilen karakteri Wolverine. Mutant X genine doğuştan sahip olması sayesinde keskin duyulara, çok etkili bir iyileştirme faktörüne ve her iki elinde 3’er tane olmak üzere pençelere sahip olan Wolverine, Weapon X programının evrendeki en sert metal olan Adamantium’u iskeletiyle birleştirmesi sonucu mükemmel bir ölüm makinesine dönüşüyor. Her ne kadar Wolverine’in iyileştirme faktörü bedeni için bu çok ağır işlemden sağ kalmasını sağlıyorsa da zihni bu yükü kaldıramayarak içindeki içgüdüsel vahşiliğin esiri olarak üzerinde deney yapan bilim adamaları ve devlet görevlilerini öldürerek kaçıyor ve X-Men üyesi olarak savaşmaya başlayacağı geleceğe doğru ilk adımını da atmış oluyor.

DEADPOOL

Weapon X projesinin yakın zamanda başarılı bir uyarlama ile beyaz perdeye aktarılan bir üyesi de Deadpool isimli Marvel karakter. Weapon Plus programının dokuzuncu projesi olarak planlanmasına rağmen programa kabul edilmeyen Deadpool, bir süre sonra kapatılarak Kanada hükümeti altında Bölüm K (Department K) olarak terkardan boy gösteren Weapon X programında Wolverine’in DNA’sının genetik yapısına eklenmesi sonucu genetik oynama ile çok güçlü bir iyileştirme faktörü kazandırılan normal bir insan. Deadpool, Hulk tarafından kafası ezilmesine rağmen tekrardan kafasını büyütmesini bile sağlayabilen Wolverine’inkinden bile daha güçlü iyileştirme faktörü, kendine has espiri anlayışı ve her türlü savaş ve silah sanatındaki yetkinliği ile dikkat edilmesi gereken bir rakip olarak Marvel evreninde hayatını devam ettirmekte.

HOMO EXCELSIOR

Posthuman kavramının latince ismi olan Homo Excelsior’ın, Transhuman ara formunun gerçek potansiyeline evrilip Nietzsche’nin Übermensch’ına dönüşmesi olduğuna yazının başında değinmiştim. “Daima Yukarılara” ve “Daha Yükseklere” anlamına gelen ve A.B.D.’nin en önemli eyaletlerinden New York’un armasında motto olarak yer alan Excelsior kelimesi, Friedrich Nietzsche’nin satırlarında da karşımıza çıkan bir ifade:

“Excelsior! ‘You will never more pray, never more worship, never more repose in infinite trust; you refuse to stand still before any ultimate wisdom, ultimate virtue, ultimate power while unharnessing your thoughts;…’”

“Daima yükseklere! ‘Artık bir daha asla dua etmeyeceksin, ibadet etmeyeceksin ve sınırsız güven içinde kendini bırakmayacaksın; artık düşüncelerini özgür bırakırken ulu bir bilgelik, nihai bir ahlak ve mutlak bir güç karşısında çakılı kalmayı reddediyorsun;…’”

Yukarıdaki dizeler Nietzsche’nin 1882 senesinde basılan ve ülkemizde de “Şen Bilim” olarak Türkçe’ye çevrilen eseri The Gay Science’da basılan bir şiire ait. Filozofun ünlü mısrası “Tanrı öldü.”nün içinde yeraldığı şiiri de barındıran Şen Bilim’deki bu satırların devamındaki mısralar da insanoğlunun Tanrı’ya akmayı bıraktıkça önüne baraj gerilen bir göl gibi gittikçe semalara doğru yükseleceği (Excelsior) iddiası ile sonlanıyor. Kısacası Nietzsche, insanlığa Übermensch / Posthuman / Homo Excelsior olmak istiyorsanız Excelsior! / Daima Yükseklere! nidasıyla sesleniyor.

Benzer bir seslenişe Marvel çizgiromanlarını takip edenler çok aşinadır. 1965 ile 2001 yılları arasında Marvel çizgiromanlarının sonunda yayınlanan mektup ve haber sayfası “Bullpen Bulletins” köşesinde çıkan Stan Lee’nin kaleme aldığı “Stan’s Soapbox” köşesi, bu makaleye hazırlanana kadar anlam veremediğim bu sesleniş / nida ile sonlanırdı. Çizgiroman hayranları tarafından büyük bir coşku ile sevilen Stan Lee’nin boy gösterdiği konferanslardaki heyecan verici anlardan bir tanesi de bu nidayı Stan Lee’den canlı olarak duymak idi. Bizlere, Transhumanizm ve Posthümanizmin popüler kültüre malolan yansımaları Mutantları ve Süper Askerleri veren büyük çizgiromancı Stan Lee’nin, 50 senedir her konuşmasını hangi kelime ile bitirdiğini açıklamayı yine “söz üstadı”nın kendisine bırakalım:

“Expelliarmus!” diye bağıran Harry Potter ya da “Avada Kedavra!” diye haykıran Voldemort’u aratmayacak bir heyecan ile (belki de onlar kadar tılsımlı bir şekilde) “Excelsior!” diye bağıran Stan Lee, 1960’lı yıllardan beri genç zihinlere insanın ötesine geçmeleri için hikayeler, karakterler ve son yıllarda da etkileyici ve gişesi bol sinema filmleri sunmakta. Nietzsche ve Stan Lee örneğinde olduğu gibi geçmişe gittikçe görüyoruz ki, söyleyen ve söylenen ortam değişse de söz aynı kalmakta ve insanlık iradesi dışında ve kendisine rağmen belirlenen bir geleceğe doğru çok uzun zamandır ısrarla sürüklenmekte.

Stan Lee’nin 1989 senesinde köşesinde yayınladığı bir yazı ve altındaki Excelsior! imzası

Stan Lee’nin 1989 senesinde köşesinde yayınladığı bir yazı ve altındaki Excelsior! imzası

Not: Neal Stephenson’ın romanı Seveneves’i incelemeye çalıştığım yazı dizisine, yazarın kendisi için önemli bir kavram olan “Büyük İşler”i hikayesinin kurgusuna nasıl uyarladığını okuyucularımızla paylaşarak önümüzdeki hafta devam etmeyi planlıyorum.

“Seveneves – 12: Popüler Kültürde Süper Askerler” yazısına bir yanıt var

  1. berk demiş ki: ( 25 Kasım, 2016, 20:04)

    çok iyi bir yazı. Akif Manisalı, singulariteryen hiç bir mesele yok ki, ona dokunmamış olsun. Oğuz Aksakal’ın “Transhumanizm’e Giriş” serisi gibi oldukça bilgilendirici ve ufuk açıcı. Oğuz Aksakal’ın yazı dizisi ise oldukça erken bir dönemde “her-an”‘ın söyleyeceği herşeyi sanki önceden bir girizigah olarak işlemiş.

    tekrar tebrik ediyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.