İkinci Düşüş – 4: Gerçekliğin Tarihi
Faruk Ay, 7 Şubat 2017Sanal alem kavramına geçmeden fiziksel alem yani günümüzde “gerçeklik” olarak kabul edilen algının Batı özelinde tarihine göz atmakta fayda var, zira günümüzde teknolojiyi kullanarak dijital sanal alemleri geliştiren zihin yapısının kökenleri batının gerçeklik algısına dayanıyor.
“Siber uzay, Orta Çağın Cennet konseptinin seküler ve teknoloji destekli bir formatla yeniden paketlenmesidir.” – Margaret Wertheim
Orta Çağ’da Yer ve Gökler
Orta Çağ’daki bilimsel gelişmelerin temeli ve dünyanın evrendeki yerine dair algı başta Aristo’nun yazdığı Gökler Üzerine (On the Heavens) eseri olmak üzere antik Yunan felsefesi ve daha sonrasında İslam Medeniyetinden çıkan bilimsel eserler üzerine bina edilmiştir. Hristiyan bakış açısı ile şekillenen ve genel olarak kabul edilen dünya görüşünde Aristo’nun kapalı evren görüşüne uygun olarak spiritüel dünya, yukarıdadır ve fiziki alemin dışında yer alır, bu yüzden sema kelimesi aynı zamanda cennet anlamında da kullanılır.
Dünyayı kâinatın merkezi ve sabit olarak ele alan bu görüşe göre güneş ve altı gezegen dünyanın etrafında döner ve Satürn gezegeninin ötesinde fizik aleminin dışına çıkılır. Kâinat yer altında bulunan cehennem ile gökler ötesinde yer alan cennet arasında iki kutuplu bir yapıdır. Bu kâinat algısı üzerinden kaleme aldığı epik şiiri İlahi Komedya (1321) ile Dante orta çağ Hristiyan görüşünü net bir şekilde tasvir etmiştir. Eserdeki yolculuk fiziksel bir yolculuk (uzay yolculuğu gibi) olarak gerçekleşse de kimi yerlerde bedenden bağımsız bir yolculuğa dönüşmesi itibariyle bir belirsizlik taşımaktadır.
Bu belirsizlik önemlidir, çünkü fizik alem ile spritüal alem arasındaki ayrım çok net değildir. Spritüal aleme ait kavramların sanat aracılığıyla somutlaştırılması ile bu kavramlar artık fizik aleminin birer öğesi haline geldiler. Batı felsefesinin merkezinde yer alan bu düaliteler (ruh-beden, gök-yer, fiziksel alem – spritüal alem) ve hepsinin bir arada yaşanmaya çalışılması sonucu sürekli bir çatışma hali meydana geldi ve bu karşıtlıklar arasında birbirine üstün gelme mücadelesi yaşandı.
Spiritüel alemden fiziksel aleme ilk geçen kavramlardan biriydi melekler. Her ne kadar Papa II. John Paul 1986 da yaptığı açıklama ile meleklerin bir bedeni olmadığını ‘resmi’ olarak ifade etse de, batı dünyasında melekler 4. yüzyıldan itibaren kanatlı erkek formunda resmedilmişti.
Fiziksel Alemin Genişlemesi
Bu çatışma 16. Yüzyıldaki bilimsel gelişmelerle birlikte daha somut bir şekilde ortaya çıkacaktı, Kopernik’in “Göksel Kürelerin Devinimleri Üzerine” (1543) isimli eseri ile birlikte kâinatın merkezinin Güneş olduğunu ve Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü ileri sürerek o zamanın dünya algısı adına çok tuhaf bir şey söylemişti. Bu bilgilerden yararlanan Kepler “Kozmografyanın Gizemi” (1596) isimli kitabında gezegenlerin yörüngelerini hesaplayan formülleri bulmuştu. Gerek Kopernik, gerekse Kepler yaptıkları çalışmaları dini bir motivasyonla yapıyordu, Kepler Tanrı’nın evren için planladığı geometrik planı açığa kavuşturduğunu düşünmüştü. Daha sonra gelen ve bilim dünyasında “bilimin babası” unvanını alacak kadar önemli bir yere sahip olan Galileo gözlemsel astronomi alanında yaptığı buluşlarla kiliseyi karşısına almış ve iddialarından dolayı sorgulanmıştı (bu zamana kadar gözle görülen bir kanıt olmadığından iddialar kilisenin çok tepkisini çekmemişti). Artık gökler hakkında daha çok bilgi vardı ve fiziksel alem göklere doğru genişlemeye başlamıştı. Fiziksel alemin genişlemesi ile Batı’nın spritüal alemi gittikçe küçüldü. Sonrasında gelen ve Akılcılığın en önemli isimlerinden olan Descartes, uzaydaki bir noktayı bir numaralar seti olarak işaretleyebilmeyi ve cebirsel denklemleri iki boyutlu koordinat sisteminde geometrik şekiller olarak göstermeyi (ve tam tersini) sağlayan Kartezyen koordinat sistemi ve analitik geometrinin temelini atarak fiziksel alemin “gerçekliğini” daha da sağlamlaştırmıştır. Son olarak Newton’un kütle çekimi ve hareketin üç kanunu çalışmaları ile birlikte bilimsel devrim son sürat hız kazanmış ve çok kritik bir soru ile yüzleşmişti insanoğlu (hala tartıştığımız ve kesin cevabını bilimsel olarak veremediğimiz bir soru) “Evren sınırlı mı yoksa sınırsız mı?”. Bu soru o zamana kadar kabul gören orta çağ algısını yerle bir etmekle kalmıyor, aynı zamanda fiziksel alemi de sınırsızlığa kadar genişlettiği için spritüal alemi tamamen ortadan kaldırıyordu. Artık materyalist dünya görüşü ağırlık kazanıyor ve gökler belli kuralları takip eden amaçsız fiziksel kütleler haline geliyordu, batılı insan da bundan nasibini aldı ve cennetini bir kez daha yitirdi. (Kilise elinden geldiğince bu yıkımı baskı ile durdurmaya çalışsa da bir işe yaramadı, hatta bu iddianın dini terminoloji kullanılarak dillendirilmesine bile karşı çıkıyordu, “sonsuz mükemmel bir tanrıya yaraşan da sonsuz bir evren yaratmaktır” demesine rağmen diri diri yakılan Giardano Bruno örneğinde olduğu gibi)
Artık kâinatın merkezinde ne dünya ne de güneş vardı. İnsan kendi gücünü gün geçtikçe artırdığı fiziksel alemin merkeziydi artık. Oysa ki ne kadar da az tanıyordu kendini:
“Aziz dost! Sen, tek bir kişi değilsin; sen bir alemsin! Sen derin ve çok büyük bir denizsin. Ey insan-ı kâmil! O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce alem, o denizde gark olup gitmiştir!” Hz. Mevlana
Artık kendi için yegâne gerçeklik olan fiziksel alemin sırlarını bir bir çözüyordu insanoğlu, ama yine de içini huzursuz eden bir şey vardı. Fiziki alemi sonsuz tasavvur etse bile bir şey tatminsizlik veriyordu sanki.
Bir sonraki bölümde bu eksikliği gidermek için kendi cennetini inşa etmeye kalkışan insanoğlunun serüveni ile devam edeceğiz.
“İkinci Düşüş – 4: Gerçekliğin Tarihi” yazısına bir yanıt var
Bir cevap yazın
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017
Modern insanın dramının kökenlerini anlayabilmek adına ufuk açıcı, çok güzel bir yazı. Materyalizm ağında yitirilmiş cennet, anlamsızlık ve tatminsizlik içinde boğulan insan kalbi, ve göz kamaştıran yalancı cennetler olarak sunulan/sunulacak sanal alemler..