Elbise – 1

, 13 Haziran 2017

İnsanı diğer canlılardan ayıran özelliklerden birisi de “elbise” giymesidir. Elbise, Arapça “libas” kelimesinin çoğulu olarak Türkçemize girmiştir. Diğer canlıların “fıtrî libasları”; yani yaratılışlarından gelen elbiseleri (kürk gibi) vardır. Bu elbiseleri onları -mesela hayvanları- sadece sıcak ve soğuktan korumaz. Çok fonksiyonludurlar. Kamuflaj görevi de yaparlar. Böylece hem daha rahat avlanır ve kendilerini diğer avcılardan korurlar.

Bu fıtrî elbiselerinin faydalı; yani ihtiyacı karşılama eksenli olmalarının yanında, enteresan bir şekilde hepsi de güzel ve estetiktirler.

Hepsinin güzel olmasında herkes mutabık olmayabilir. Yoksa, bir kokununun güzel olup olmadığını da ölçecek objektif bir kriter yoktur.

 

Güzelliği İdrak İçin Bir Kriter: Zevk-i Selim

Varlığın kaynağı esma-ı ilahiyedir. Esma-ı ilahiye ise “lehül esmaül hüsna” olan Allah’ın (Haşr Suresi) isimleridir. Güzelden gelen ise elbette güzeldir. Gül güzel olduğu gibi, gülü bitiren toprak ve tezek de güzeldir. Hakiki insan olma seviyesine yükselmiş ve hakikat cânibinden bakan birinin böyle müşahede ettiğini düşünüyoruz. Tabii zevk-i selim sahibi olmak gibi sübjektif bir mesele var burada. Zevk-i selim için de akl-ı selim ve kalb-i selim…

“Selim” arızasız demek. Eski felsefeciler de varlığı cevher ve ârâz olarak ikiye ayırırlardı. Bir şeyin cevheri o şeyin özü ile alakalıdır. Ârâz daha ikincil bir varlıktır. Selim bir akıl, özündeki cevhere ermiş bir akıl; selim bir kalp, cevheri üzerindeki isten/pastan/kirden kurtulmuş bir kalp ve selim bir zevk ise bütün bu “arızalarından” arınmış ve zevkin özüne/cevherine ermiş bir zevktir.

Mevlâna’nın tabakhanede çalışan bir kişinin, güzel koku satan arkadaşının dükkanında bayılması ve ancak pis bir deri getirilince kendine gelmesi gibi, tüm duyu ve hisleri ile “düşüş” (fall) yaşamış ve modernizm/kapitalizm/teknolojik toplum ile düşüşünü devam ettiren çağımız insanı, selim ve arızasız haline/fıtratına/aslına “geri dönmek” istiyorsa ilk önce “düştüğünü” kabul etmeli ve hakiki insan olmanın yollarını aramalı.

Esmaya; yani isimlere ve kavramlara yapışmalı. Yani tefekküre; iç ve dış alemi okumaya… Yani kavramları birbirine çatarak, daha büyük cümlelere… Sonra paragraflara… Sonra kainatın tamamını okumaya çıkmak… Okuduğu o zirvede her şeyin güzel olduğunu da keşfettiği esma-ı hüsna’ya (Güzel isimler) varmak…

İşte orada hakiki insan olur ve herşeyi güzel görmeye, güzel düşünmeye ve hayatından lezzet almaya başlarsın. Yoksa Kırmızı Başlıklı Kız masalındaki yaşlı nine kıyafetindeki kurtlar, bu gayr-ı şuuri çıkış/yükseliş (ascension) ihtiyacını “transhumanizm”, “posthumanizm”,  “singularity”, “Homo Deus” kavramları ile; hakiki insan/insan-ı kamil ve Sultan olmanın alternatifi olarak tatmin etmeyi vaad edecekler. Bu bir çıkış ve yükseliş değil, ancak aşağıların da aşağısına yuvarlanmaktır. Düşen bir insanın aklı, kalbi ve zevki ise, misalde geçen tabakhane işçisi mesabesindenir.

Asıl konumuza geri dönelim…

 

Orkestra Şefi Olarak Hakiki İnsan

Yukardaki satırlarda şu ifadeleri kullanmıştık: “Bu fıtrî elbiselerinin faydalı; yani ihtiyacı karşılama eksenli olmalarının yanında, enteresan bir şekilde hepsi de güzel ve estetiktirler.”

Mercan resiflerindeki rengârenk balıklar, Papua Yeni Gine’de bulunan rengârenk birer sanat harikası olan “cennet kuşları” gibi…  Yada Güneydoğu Asya’da kendisine çok saygı duyulan kaplan. Harika bir hayvan…

Kendisini görünce önünde ceketinizin düğmelerini ilikleme hissine girebileceğiniz ormanların kralı lakabıyla anılan muhteşem arslan.

Gerçi hakiki bir insan; bir insan-ı kamil; içindeki nur-u Muhammedîyi (sav) inkişaf ettirmiş bir Sultan (ileride “Sultan” dediğimiz; bir nevi posthuman’ın tam zıddı bu varlığa değinmeyi düşünüyoruz) kendindeki emanet sırrını ifâ etmiş ve kainat senfonizmasında bir orkestra şefi mesabesinde olduğu için, benim gibi bir “beşer”in, karşısında ceketimin düğmelerini iliklediğim bu “elbisesiz” “hayvan” ile tekellüfsüz konuşur. Dedik ya “orkestra şefi” diye; tüm mahlukâtın enstrümanlarını/seslerini anlaması lazım bir “enstrümansız”dır o… Bundan sonra yazacağım iki misal çok okuyucumuzu yadırgatabilir ve bunları uydurulmuş birer masal olarak algılıyabilirler. Problem değil. Her-an platformu, benim gibi irfanî dili önemseyen ve metafiziğe kuvvetli inancı olan fertler kadar, bu konulara oldukça mesafeli, pozitivist insanseverleri de içinde alır. Ama o arkadaşlarımız müsaade etsinler; ben burada biraz sübjektif/rahatça/kendimce konuşmak istiyorum.

Münir Derman (1910-1989) yılları arasında yaşamış bir arif. Tasavvufî ve irfanî derinliği yanında, Fransızca dahil birkaç yabancı dil konuşan, Fransa’da psikoloji ve felsefe tahsili yapan; Fransa dönüşünde Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Fransızca başta olmak üzere dersler veren ve daha sonra da tıp tahsili yapıp doktor olan bir kıymetli insandır. Uzatmamak için kısa kestim; yoksa bu ahirzaman bilgesinin enteresan ve renkli hayatı hakkında daha çok şeyler yazılabilirdi.

Aşağıda yazılanlar tamamı ile yaşanmış bir olaydan alınmış ve Münir Derman’ın anlatımının yazıya dökülmüş halidir. Beşerliği aşarak hakiki insan olma mertebesine çıkmış bir arifin, karşısında ceketimin düğmelerini ilikleyeceğim bir aslanla; tabiri diğerle şef olduğu varlık orkestrasındaki bir üye ile mükalemesidir.

“(Bir orkestra şefinin) mutluluğu sadece kendi öyküsünden ve müzikten aldığı hazdan kaynaklanmaz. Bu haz aynı zamanda diğer insanların (aşağıdaki yazıda ise bir aslanın) öykülerinin duyulmasını sağlamakla ilgilidir.” -Itay Talgam (İsrailli orkestra şefi ve liderlik danışmanı) 

 

 

Bir Aslan ile Konuşmak

 

ASLAN’a sordum:
“Sen koca aslan niçin yalnız et yersin?…”
“Söylemem efendim. Söylersem aslanlığım gider, sonra siz beni yersiniz!” dedi.
Almanya’da Frankfurt hayvanat bahçesini gezdim.
Üç saatde.
Ama hepsini göremedim…
Yer, deniz, hava hayvanları, sinekten file kadar dünyanın her yerinden getirilmiş…
Hepisiyle mümkün mertebe konuştum.
Anlatması uzun olur.
Parmaklıklar arasında genç bir aslan var.
Bir de levha:
“Parmaklıklara yanaşmak tehlikeli ve yasaktır”…
Ben o levhayı görmedim.
Sonradan gördüm.
Parmaklığa yanaştım:
“Merhaba Yâ esed!” dedim.
Hayvan parmaklığa yanaşdı.
Bir sürü Almanlar da varmış onlar da seyrediyorlarmış…
Elimi uzâttım hayvanın burnunu okşadım.
Kedi gibi yüzünü elime sürdü.
Birden bire arkadan bir ses:
“Herr, zuruck! Zuruck!” diye bağırdı.
“Geri dön, geri dön!” hiddetli olarak.
Döndüm bir polis memuru.
“Ne yapıyorsun çıldırdın mı?” dedi.
Polisin bu hareketine, o sırada aslan ağzını açtı, parmaklıklara tırmandı. Bağırdı…
Herkes irkilip bize baktılar…
Ben de bilmiyordum yasak olduğunu…
“Gördün ya okşadım hayvanı bir şey yapmadı, git sen okşasana” dedim polise.
Polis:
“Ben deli değilim” dedi.
“O hâlde aslan delileri ısırmıyor gördün ya!” dedim.
Polis şaşırdı. Afalladı. Herkes bana bakıyordu. Ayrıldım oradan…

Biraz sonra tekrar dönüp geldim.
Orada kadın erkek, çoluk çocuk hep hadiseyi anlatıyorlardı.
Beni gördüler. Hep bana baktılar…
Zira beyaz saçlarımdan tanıdılar.
Tekrar aslana baktım.
Yine parmaklığın önüne geldi.
İki dakika kadar hep bana baktı..
Ben de ona baktım.

Etrafımızdakileri, bu hayvanları seyretmeye gelen bu garip mahlûkları da aslanla beraber biz seyrediyorduk.

Kafesdeki aslana çok üzüldüm.
Aslan farkına vardı. Bana:
“Üzülme HAKK’ın kaderi bu…
Bize de dünyada imtihan var…
Bu, HAKK’dan uzak insanlar içinde, aslanlığımı zerre kadar kaybetmedim. Görmüyor musun parmaklığın yanına bile korkudan sokulamıyorlar…
Ben ALLAH’ın bir mahlûkuyum.
Ben gibi milyonlarca halketti.
Benim yanıma yanaşmak cesareti olmayan bu zavallılar, yarın HAKK’ın huzuruna hiç çıkamazlar!” dedi.
“Hele bak efendim!” dedi.
“Nasıl korkacaklar.”
Direndi, birdenbire bütün gücüyle aslanca bir kükredi.
Herkes birden irkildi.
Diğer taraflarda olan ağaçlardaki kuşlar birden bire uçtular.
Diğerleri taş kesildi.
“Ben yurdumdan bu kafese getirileli ilk defa kükrüyorum” dedi.
Hayvanat bahçesi biraz karıştı.

İki polis tekrar yanıma geldi:
“Afedersiniz siz necisiniz?” dediler.
“Sihirbaz değilim” dedim.
“Doktorum. Hayvan lisanından anlarım. Biraz aslanla konuştum o kadar” dedim.
Polisler şaşırdılar.
Biraz korkuyla karışık güldüler.
Alay ettiğimi zannettiler…
“Bu sözümle alay etmiyorum!” dedim.
“Üç saatdir hayvanat bahçesindeyim biraz hayvan lisanından öğreniverdim!” dedim.

Aslana döndüm selâmlaştık, oradan ayrıldım.
Herkes bana bakıyordu.
Bu bahçede insanlar hayvanları seyrediyorlar güya…
Halbuki seyretmiyorlar.
Hayvanlar onları seyrediyor…
Hayvanat bahçeleri kurulalı hayvanlar insanları daha iyi zâhiren de tanıdılar…
Hayvanat bahçeleri kurmak onları yurtlarından ayırıp kafeslerde beslemek İslam’a kat’iyyen yasaktır.
Bu hadise Frankfurt gazetesine bile intikal etmistir.  (Dr. Münir Derman / Allah Dostu Derki…)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.