Kara Güneş
Feridun B. Kaya, 6 Haziran 2017Güneş hayat kaynağımızdır. Mücessem bir rahmet olan yağmur bile varlığını -sebepler açısından- güneşe borçludur. Allah’ın sekiz azam isminin nuranî bir sayfası olan bu mübarek varlık, ayna ile aynada yansıyan birbiriyle karıştırıldığı için, bazı kültürlerde bir Tanrı olarak addedilmiştir. Güneş, sekiz ismin bir mazharı/aynasıdır; kendisi değil.
Kur’ân’da, insanlara olan sayısız faydalarından dolayı sanki cisimleşmiş nimet diyebileceğimiz sığır, deve, keçi ve koyun gibi varlıklara “enam” denir. Türkçede davar diye ifade ettiğimiz bu kavram, kelimenin tam tercümesi ile “nimetler” demek. Nimet denilen soyut varlık sanki somutlaşmış; maddeye bürünmüş ve ortaya bu canlılar çıkmış. Enteresandır; Kur’ân eşleri ile beraber bu sekiz hayvanının (enam) indirildiğinden (ve enzele) bahseder:
“…Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan/davarlardan sekiz çift indirdi…” Zümer / 6
Yağmur gibi göklere aittir sanki. Duada ellerimizin kıblesi de olan göklere… (Bu hayvanların gökten indilmesinin başka manaları da olabilir. Ama şimdilik konumuz bu değil.)
Katılaşan Göremez / Göremeyen Sapar
Zamanla, bu somutlaşmış olan nimetler de, ilk paragrafta bahsi geçen benzer iltibaslardan dolayı, kendilerine tapınılan birer puta dönüştürülmüştür. Hindistan’da -bir hayli ifrata varan- ineklere verilen değer ve Eski Mısır’da Güneş Tanrısı Ra ile özdeşleştirilen Apis öküzünü misal olarak verebiliriz.
Put dediğimiz varlık, Rene Guenon’un kullandığı bir tabir ile “katılaşma” (solidification)’nın da neticesinde oluşan vehmî/sözde bir varlıktır. Manası kendinden olmayan ve benzerleri ile bir araya gelerek bir manaya işaret eden “harf” dediğimiz varlıklar, bu işaret vasfının ya da bir diğer tabir ile “sembol” oluş özelliğinin “unutulması” ile, kendiliğinde bir mana taşıdığı kabul edilen birer “isim” olarak kabul edinilmeye başlarlar. Bu bir “sapma” dır. (Fatiha suresinde geçen “dallîn” grubuna bu şekilde bakmak farklı açılımlar getirebilir.)
Makalemizi güneşin hayat kaynağımız olduğu bahsi ile açmıştık. Arifler okumayı öğrendikçe, gördüklerimizin de değişeceğinden bahsediyorlar. Bakmak başka görmek başkadır. Neşati, “Bakmakla görmek arasında 70.000 perde vardır.” der. Ah, bu öyle muhteşem, öyle konstantre, öyle sıkıştırılmış şeker gibi bir söz ki, denize atılsa deniz tatlanır. Fakat bu sözün de şerhi bu makalenin istiab haddini aşar.
Fenomenler Camdandır
Sübjektif; yani objektif olmayan ve bilimsel metodlarla (Objektif İslamî kriterleri de dahil ediyorum. Bahsedeceğim mesele, “beyan” ve “burhan” ekolünden daha çok “irfan” ekolünün sahasına giriyor.) delillendiremeyeceğim bir bilgi incisini paylaşmak istiyorum. Bir velinin bir ağacı hakikati ile gördüğünü dinlemiştim kendisinden. “Hakikati” dediğim, sadece bir perde açılmış; yani bir perde/bir tık “daha hakiki” hali… Onun müşahede ettiği ağaç ile bizim gördüğümüz ağacın sanki birbirleri ile hiç alakası yoktu. Bizimkine ağaç bile denemezdi. Bir başka arifin ise, hayat kaynağı güneşimizin yüzyirmi küsür (maalesef tam rakamı unuttum) perde ötesini müşahede ettiğinden; çoğu velinin ise 100 perde ötesine geçemediğinden de bahsedilmişti. Güneş var, güneş var. Kur’ân’da güneşten (Şems) bahsedildiği gibi, “Güneşler güneşi”nden (Şemsü’ş-Şümus) de bahsedilir. Sekiz ism-i azam’a kadar yol var anlaşılan. Tabii “okumayı” önemseyenler için. Yoksa, bu sübjektif ama hakikat olduğuna inandığım bakış tarzını önemsemeyen ya da inanamayan insanlar için, naturalist ve bilimsel açıdan gökte görülen güneşimiz yeterli ve bahsi geçen öteki güneşler ise birer safsatadan ibaret. Ben “görünenin ötesi” olduğuna ve büyük bilge Frithjof Schuon’un meşhur kavramsallaştırmasıyla “Fenomenlerin metafiziksel saydamlığına” (Metaphysical transparency of phenomena) inanıyorum. Yani, hakikat aslında bir camın arkasında. Onu görebilir ama dokunamaz ve nüfuz edemezsiniz. Belki de bu yüzden bu dünyada tatmaya izin vardır ama doymaya izin yoktur. Ve yine belki bu yüzden “sabaha çıkan zifaf” yoktur:
Zifaf
Birazcık su ve kepek, şu kuduz nefse kifaf;
Dünyada varsa söyle, sabaha çıkan zifaf!.. (Necip Fazıl Kısakürek / 1978)
Camekan bir kapı var aramızda. Nicholas Carr’ın kitabına verdiği bir adla, sanki bir “Cam kafes” (The Glass Cage) içinde mahpusuz. Ama yine de “Kâinat kapılarının zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalı olduğuna” inanıyor ve özel bir anahtarla/miftahla, açılabileceğine/fethedilebileceğine inanıyorum. İnanana kapı, inanmayana duvar. İnananan bu dar yerden çıkabilir. Ötesi olduğuna inanmayan ise bu dar yerde/zindanda kendini ferahlatmak için ilizyonlar icad etmek zorundadır. “The Rapture of The Nerds” de denilen Singularity gibi deccalî akımların da vaad ettiği böyle bir lunaparktır zaten. Mutluluğun bir ilizyonu.
İki Hilekâr: Şeytan ve Deccal
“Deccal, kelime olarak “bir şeyi örten, yaldızlayan, boyayan” demektir. Kelimenin kalıbı mübalağa ifade ettiği için deccal: gerçeği örtmekte, bâtılı allayıp pullamakta, göz boyamakta çok mahir anlamına gelmektedir.” – Kaynak
“Deccal çıktığı zaman beraberinde su ve ateş alacaktır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur, halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse halkın ateş olarak gördüğüne girmeyi tercih etsin. Çünkü o aslında tatlı soğuk sudur.” (Buhari, Fiten 26, Müslim, Fiten 105) – Kaynak
“İş bitince şeytan da der ki: “Allah size gerçek olanı va’detti; ben de bir va’d yaptım, size karşı yalancı çıktım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu; ancak sizi çağırdım, siz de bana uydunuz; o halde beni kınamayınız, kendinizi kınayınız! Ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Bundan önce de ben, sizin beni Allah’a ortak koşmanızı tanımamıştım; muhakkak ki, zalimlerin hakkı acı bir azaptır!”” İbrahim / 22
Bu ayet-i kerime ile alakalı olarak gözümü açan Burak Sadık Ünal olmuştur. Meşhur yönetmen ve yapımcı J. J. Abrams’ı misal olarak gösterirdi. Lost dizisi ile bize devamlı harlanan bir merak ve beklenti ateşi vermiş, fakat malum son sezonuyla tam bir hüsran yaşatmıştır. Sonraki birçok projesi de Lost’un ilerleme sürecinden farklı değildi. Westworld farklı mı olacak, göreceğiz.
Matruşka’nın İçinde Ne Olduğunu Merak Etmek Saflığı
Neyse… Burak Sadık Ünal, Şeytan’ın da, J. J. Abrams gibi vaadlerde bulunduğunu ve insanları büyük beklentilere soktuğunu; Şeytan’a kulak veren ve bu apaçık düşmanının izini takip eden (Singularity belki de bu izlerin en aldatıcısı olacak) aldanmış insanların yaşamlarının sonunun da bir Lost finali olacağı tesbitinde bulunmuştu.
J. J. Abrams çok etkili TED konuşmasında (bizleri soktuğu beklentilerin zirve yıllarından birinde; 2007 yılında yapılmış bir konuşma olduğu için, halk karşısına çıkma cesareti varmış. Espri yapacak olursak, hadi bir de benzer konuşmayı 2011’de yapsaydı…) kendi “başarı” sırrını bir metafor ile anlatıyordu. Bilgisizlik temelli gizem sevgisi (çoğu fütüristin ve aynı zamanda tutkulu transhumanist ve Singulariteryenlerin de düştüğü bir tuzak). Dedesinin verdiği ve verildiği tarihten beri açmadığı; çünkü içinde ne olduğunun merakının verdiği hazzın, içindekine ulaşmaktan daha lezzet verici olduğu bir“gizemli kutu”. Kendi projelerine de uyguladığı bir fikir oldu bu kutu… Haksızlık yapmayalım; Abrams’ın konuşması oldukça başarılı ve başarılı projeler için ayağı yere basan başka tiyolar da veriyor. Ayrıca gizem denilen fenomenin güzelliğine itiraz etmek de mümkün değil. Dikkat çekmek istediğimiz mesele şu: O kutunun içinde “ya-hiç-bir-şey-yoksa?” Daha önce “Yalancı Hamilelik & Bebek Değil Gaz” demiştik ya… Aynı 6 sene süren bir hamilelik gibi heyecanla bekledik doğacak olan neticeyi. Abrams’ın bize hediye ettiği gizemli kutu (Mystery Box) Lost oldu. Cevaplanması vaad edilmiş ama cevaplanmamış onlarca soru… Haybeye gitti yüzlerce teori… 6 yıllık hamilelikten çıka çıka bir “Kara Duman” (Black Smoke) çıktı. Yukarıdaki paragraflardan birinde şu alıntıyı paylaşmıştık:
“Deccal, kelime olarak “bir şeyi örten, yaldızlayan, boyayan” demektir.”
Örtmek!
Yaldızlamak!
Boylamak!
Evet, deccaliyetin ve Singularity’nin dünyası, değil hakikate intikal etmek; aramızdaki şeffaflığı; yani “cam kafesi” bile kabul etmiyor. Bize J. J. Abrams’ın ki gibi kapalı bir kutu içinde sahte bir cennet vaad ediyor. Pil olarak sömürüldüğümüz bir “Matrix”.
Allah da vaad eder, Şeytan da… Hakikate de davet eden vaad eder, ilizyona da… Seçim, özgür iradenin. Doğru ve yanlışı ayrı olarak gösterebilen özel bir gözlük olan “Furkan” ise sadece müttakilere; yani savaşçı/asker olduğunun farkında olan takva üniformalı ruhlara verilir.
Bazılarının ise hayatı, 6 senelik Lost maceramıza benzer bir şekilde (en sevdiğim dizilerden biri olduğunu inkâr etmiyorum. Fakat ah o malum 6. Sezon ve son bölüm…) kartopu gibi büyüyen bir beklenti yumağı haline gelir. Fakat hakikat (bazen ölüm ile tecelli eder) bir güneş gibi doğunca o koca karyığını/beklentiler sanki bir hiçmiş gibi erir gider. Aşağıdaki enfes karikatürde beklenti/vaad, para olarak resmedilmiş. Singularity ise milyonlarca insana daha beter bir son vaadediyor hakikat canibinden bakınca…
“Deccaliyetin ve Singularity’nin dünyası, değil hakikate intikal etmek; aramızdaki şeffaflığı; yani “cam kafesi” bile kabul etmiyor. Bize J. J. Abrams’ın ki gibi kapalı bir kutu içinde sahte bir cennet vaad ediyor. Pil olarak sömürüldüğümüz bir “Matrix”” ifadelerini kullanmıştık yukarıdaki satırlarda…
Bilgisizlik Temelli Gizem Sevgisi
Burak Sadık Ünal’dan bahsetmişken, ilgili konu hakkında önemli bir tesbitini alıntılamak istiyorum. Yukarıda bahsini ettiğimiz mevzu ile alakalı, “cehaleti bir argüman olarak kullanmak” yorumunu yaparak, bu aldatmayı/aldanmayı, farklı bir açıdan değerlendiriyor:
“Singülariteryen Filmlerin Gizlediği Temel Tutarsızlıkları
Bu hikâyeler temelde ruh ve madde arasındaki ilişki üzerine tatminkâr hiçbir açıklama içermiyorlar. Singülariteryenlerin kendileri de bu konuda ne zaman bir soruyla karşılaşsalar: “Ruh hakkında ne biliyoruz?” diyorlar. Bilim adına hareket ettiklerini iddia eden insanların “ne biliyoruz?” yani bir şey “bilmiyoruz” gibi bir cehalet ifadesini kendi gelecek kurgusuna alet etmeleri de bir paradoks oluşturuyor. Bilim kelimesi yabancı dillerde “science” (Fransızca ve İngilizce ) karşılanıyor. Kelimenin kökeni olan “scire” kelimesi ise bilmek anlamına geliyor. Dolayısıyla bildiğiniz bir şeyden hareket ile söyleyebilecekleriniz “Bilim” kapsamı içinde değerlendirilebilir. Varlığını kabule mecbur olduğunuz halde hiç bilmediğiniz bir şeyi icat edebilmeniz için önce onun mahiyetini keşfetmeniz lazım. Ruhu hiç bilmiyorken ruhu icat edeceğiniz iddiası da bilim değil, ancak kötü bir hikâye olma potansiyeli taşıyor. Eşya, vücuda/varlığa yürümeden önce ilmi suretlere sahiptir. Bilgi boyutunda bir varlığı vardır. Ağacın bütün bilgisinin (genetik bilgi) tohumda kodlanmış olması gibi… Sonra irade ile ilim/bilgi birleşir ve kudretle varlık sahasına atılır. Algılanması zor gibi gözüken bu hakikat, aslında gündelik hayatımızda da örnekleri ile her daim mevcuttur. Bir mimar önce yapacağı binanın çizimini yapar, mühendislik hesapları tamamlanır, böylelikle ilk olarak binanın ilmi sureti ortaya çıkar. Bu suret hayata geçmek için aynı yönde bir irade ve iş yapma becerisi (kudret) ile birleşince de bina varlık sahasına çıkar. Dolayısıyla en başta ilmi surete, bilgi boyutunda bir varlığa sahip olmak şarttır. Metal ve elektronik devrelerle ruh icat etme iddiasında olanlar, zırvacı hükmüne düşmemek için önce bize ruhu anlatabilmeliler; bilgi boyutunda ruhu ifade edebilmeliler. Ancak Singularity’ciler: “Ruh hakkında ne biliyoruz ki?” diyorlar. Singularity’cilerin bu noktada cehaleti bir bilimsel argüman gibi kullandığına; bilim adına, ama hiç de bilimsel olmayan bir argümantasyon yaptıklarına şahit oluyoruz.
Hatta Daniel Kahneman, tüm ısrarlı sorulara rağmen Singularity’cilere ferahlatacak bir cevap verememişti bu konuda. Singularity’ciler, 2012 Zirvesi’nde tüm gayretleriyle insan ruhuyla da bağlantısı olan duyguların beyinde ki merkezini arama sevdası içindeydiler. Kahneman ise bu konuyla ilgili hiçbir ilerleme kaydedilmediğini ve hiçbir fikirleri olmadığını farklı şekillerde ifade etti.
Dolayısıyla, hakiki bir zafer umudu zayıflayan her düşünce gibi, Singularity de propagandaya ve Hollywood’a alabildiğine muhtaç gözüküyor.” – Singularity ve Hollywood – 3
Kontr-Güneş
Güneş ile alakalı söyleyeceklerime bir türlü gelemedim. Deccaliyet tamamen bir simülasyon ve hakikatin -adeta her tezahürünün- taklit edildiği çakma bir cennettir. Bizim dünyamızda güneş;
şu koca gök denizinde Şems-i Ezelînin (Ezelî Güneş) Nur isminden tecelli eden/yansıyan bir parıltısının damla gibi bir aynası;
Sema denizinin yüzünde aydınlık bir kabarcık;
Gece-gündüz sayfalarında yazılan ilahî mektupların bir hokkasıdır.
Bizim dünyamızda bir güneş ve o güneşin Allah’ın sekiz ism-i azam’ına dek, perde perde hakikatleri arka planda birer hazine gibi saklıysa; Singularity’nin ve deccaliyetin de bildiğimiz güneşten -onların zannınca- terakki edecekleri, tam zıddı bir istikamette -sözde-hakiki bir güneşleri vardır.
Singularity kelimesi zaten astrofizikten alınmış bir kavramdır ve bazı güneşlerin ömürlerinin son noktası diyebileceğimiz “Karadelik”lerin (Black Hole)’ın merkez noktasıdır. Teknolojik Singularity ile, astrofiziğe ait bu terim, yukarıda bahsettiğimiz “bilgisizlik temelli gizem”e adapte edilmiştir. (Bir cismin, bir karadeliğin olay ufkunu (event horizon) aşarak merkezinde bulunan singularity noktasına varması ve bu noktada bildiğimiz fizik kurallarının işlememesi/ne olduğu hakkında da bilimsel tahminlerde bulunamamız… Aynen bunun gibi, teknolojik ilerlemenin bir “noktadan” (Teknolojik Singularity) sonra bilinemez bir duruma ermesi… Yapay Zeka’nın bir zekâ patlaması (intelligence explosion) ile varacağı hipotetik nokta.)
Onlara ait bu karanlık/zulûmatlı dünyada, şeytanî bir inisiyasyon ile perde perde tedenni ettikleri (onlara göre terakki/ilerleme) karadelik ya da güneş ise, ancak bir Kara Güneş’tir; bir “Black Sun”.
“Kara Güneş” yazısına bir yanıt var
Bir cevap yazın
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017
Bizlere tekrar durduğumuz yeri ve mücadeleyi hatırlatan bir yazı. Allah razı olsun.