Yeni Bir Savaş Beklerken
Bedirhan Sonakın, 15 Haziran 2017Önceki iki yazının ilkinde İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD örneği üzerinden bir devletin teknolojiye hangi hassasiyetle yaklaşması ve bu gelişimi desteklemesi gerektiğine dair bir örnek vermiştik. İkinci yazıda ise teknolojinin bir devlet için neden önemli olduğunu yine İkinci Dünya Savaşı örneği üzerinden anlatmaya çalışmıştık. İkinci Dünya Savaşı, sonrasında yaşananlardan görülebileceği gibi, ABD’nin tüm dünyadaki büyük ağabey konumunu oluşturan bir olaydı. Bu konumun oluşumunda yer alan politik, sosyal, kültürel ve ekonomik sebepler sayılabilir. Ama bunların hiç birisi bu alanlardaki üstünlüğü sağlayan bilimsel ve teknolojik üstünlüğü gözümüzden kaçırmamalıdır. Bilakis görmemiz gereken şey, bu bilimsel ve teknolojik üstünlüğü oluşturan ivmenin başlangıç noktasıdır.
20.Yüzyıl’da bilim ve teknoloji alanlarında yaşanan gelişmeleri değerlendirdiğimizde, bunların temellerini bazıları için yaklaşık bir yüzyıl öncesine yani Aydınlanma Çağı’na, bazıları için Rönesans sonrası döneme ya da bazıları için ise Antik Yunan’a kadar takip edebiliriz. Bu takibimiz bize hem teorik bilginin gelişimi hakkında bilgi verir, hem de pratik uygulamaları gösterir. Diğer bir deyişle hem kuram ve araştırma süreçlerini görebiliriz, hem de bu alanlarda oluşan bilgi sonucu ortaya çıkan teknolojik gelişmeleri takip edebiliriz. Hatta Jules Verne gibi, Samuel Butler gibi gelecek hakkındaki öngörülerini hikayeler içerisinde ortaya koyan edebiyatçılar üzerinden de teknolojik gelişmelerin farklı alanlardaki yansımalarını da görebiliriz. Ama iki dünya savaşını içeren 20.Yüzyıldaki ivmelenme gibi bir ivmelenmeyi, bildiğimiz insalık tarihinde gördüğümüz başka bir dönem olmamıştır.
Geçtiğimiz yazıda, İkinci Dünya Savaşı döneminde ortaya koyulan teknolojileri sıralarken amacımız bilgi vermekten çok, diğer bir taraftan da savaşın teknoloji alanında meydana getirdiği bereketli!!! ortamı da tasvir etmekti. Çünkü 5-6 sene gibi kısa dönemde, bir çok alanda, hem bu kadar ürün ortaya koyulması, hem de keşfedilen ya da icat edilen şeylerin gelecekteki 50-100 yıla altyapı oluşturması sıradan bir gelişme değil. Tabi bu tüm bu ivmelenmenin gördüğümüz yüzü.
Ancak bu ivmelenmenin bir de tamamını göremediğimiz ancak dağınık parçaları birleştirerek okuyabildiğimiz bir yüzü de mevcut. İkinci Dünya Savaşı tepe noktası olmak üzere, 20.Yüzyıl insanlar üzerinde sayısız insanlık dışı deneyin yapıldığı bir yüzyıl da olmuştur. Ya Süperman Ya Huzur makalelerinde Feridun B. Kaya, Josef Mengele’den bahsetmişti. Mengele bu konuda zirveyi tutsa da, yaptığı araştırmalarda ve insan deneklerine bakışında yalnız değildi. Nazilerden, Japonlara, Amerikalılardan Ruslara bir çok ülkede benzer insanlık dışı araştırmalar yapılmıştı.
İnsanlar üzerinde yapılan bu araştırmaların sonuçları, bu sonuçlara ulaşılırken kullanılan yöntemlerin mahiyetinden bağımsız olarak, tıp dünyasında yeni tedavilerin bulunması, var olan bir tedavinin iyileştirilmesi ya da yepyeni bakış açılarının kazanılması gibi etkilere sahiptir. Örneğin kadınlarda rahim ağzı kanserinin tespitinde kullanılan ve kolposkopi olarak adlandırılan yöntemin bulunuşu 1925 olsa da, yöntemin iyileştirilmesi süreci Auschwitz de gerçekleşmiştir. Bu yöntem günümüzde bir çok kadının hayatını sorunu erken teşhis ederek kurtarıyorken, bu yöntemin bu noktaya gelişi de bir çok kadının acılarına ve hayatına mal olmuştur. (İlgili makale şuradan okunabilir. )
Bu konuda yapılacak araştırmalarda karşımıza çıkan genel kanaat, bu gibi insanlık dışı deneylerin tıp alanında çok da büyük faydası olmadığı yönünde. Ancak özellikle savaş sonrası tüm dünyada Nazi avı yaşanırken, farklı ülkelerin eski Nazi subaylarına ellerindeki bilgilerin karşılığı yeni kimlikler verdiği de bir başka komplo teorisi olarak varlığını sürdürüyor. Yukarıda verdiğimiz örnekte de Max Samuels adlı Auschwitz’de görevli Musevi bir doktor kolposkopi konusundaki bulgulardan net bir rapor oluşturmasının hemen ardından öldürülmüştür. Bu nedenle sadece Nazilerin yaptığı araştırmalarda değil, Japonlar, Amerikalılar ya da Ruslar tarafından yapılan araştırmalarda da benzer sonuçların ortaya çıkması ancak bu sonuçların “etik” diyebileceğimiz farklı araştırmaların sonuçları olarak ortaya konulması sıklıkla yaşanan bir durumdur.
Bizler tarihi okurken ister istemez kazananların yazdıklarını okuyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nda da genel algımız ister istemez kaybedenlerin canavar, kazananların ise kahraman olduğu şeklinde gelişiyor, bu şekilde besleniyor. Halbuki savaş dönemlerinde cephe gerisinde oluşan seferberlik ve olağanüstü hal durumları, özgürlük ve hak olarak gördüğümüz bir çok şeyi kısıtlarken, diğer yandan bazı kesimler için özlemle anılan bir dönemi de beraberinde getiriyor. Çünkü oynanan oyun kitlelerin ölümünü içeriyor ve ne pahasına olursa olsun (bu karşı taraftaki kitlelerin ölümü olsa dahi) karşı tarafı öldürmeden kazanılmıyor.
Bilimsel gelişmelerin nedeni tabi ki tamamen savaşa bağlanamaz, ama bu savaşın önemli bir katalizör olduğu gerçeğini de değiştirmez. 20.yüzyılın ilk yarısındaki iki dünya savaşı bir paradigmanın değişimi gibiydi. Savaşlar, bilim ve teknoloji alanlarında ortaya çıkan gelişmeler için kayıtsız, şartsız uygulanabilecekleri ortamı oluşturdular. Ancak bu savaşlar sonucu elde edilen tecrübeler ve bilgiler sonucu olarak “Devlet teknolojiye neden destek olur?” yazısında kabaca sıraladığımız gelişmeler meydana geldi. Bugün yaşadığımız bilgi çağının temelleri olacak hem makineler hem de yaklaşımlar, bakış açıları üretildi.
Tüm bu arka planı değerlendirip, gelmekte olan dalgaya baktığımızda görünen şey şu ki, olgunlaşmayı bekleyen, olgunlaşabilmek için ortam arayan bir çok kuram, teknoloji ya da yaklaşım mevcut. Düşünün ki, Ray Kurzweil her şeyi değiştirecek gelişme olarak gördüğü YZ için Asilomar’daki konferansa katılıp, bire bir konuşsak kendisinin katılmayacağını düşündüğüm bir çok ilkenin altına imzasını atıyor. Ancak etik tartışmaları bir kenara bırakacağımız, daha çok devlet olarak ayakta ve sağlam kalmaya çalışacağımız bir dönemde bu teknolojilerde yaşanabilecek ilerlemeleri, alınabilecek mesafeleri düşünmek hem dehşet verici hem de ürkütücü. Çünkü soru şu:
Bize Singularity etiketi altında sunulan tüm bu teknolojilerin gelişimi için savaş gibi bir katalizöre ihtiyaçları var mı?
İlerleyen yazılarda bu konuyu tartışmaya çalışacağız.
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017