Devlet 2.0 – Bölüm 2

, 27 Temmuz 2017

Bu bölümde, geçtiğimiz bölümde kaldığımız yerden devam ederek “Evrensel Temel Gelir” (ETG) kavramını incelemeye devam edeceğiz. Gelecek bölümde inceleyeceğimiz Johan Nygren’in “Resilience” projesinin detaylarına geçmeden önce, ETG hakkında da biraz düşünce egzersizi yapmak önemli olacaktır.

 

ETG konusunda söz söyleyen birçok kişi, bu konuda kullandığı terminoloji ile ETG’ye olan yaklaşımlarını ortaya koyuyor. Kabaca söylemek gerekirse, kimisi bu geliri, vatandaşlık ile ilişkilendirerek bunun bir vatandaşlık hakkı olması gerektiğini savunurken, kimisi de “yaşıyor” olduğumuz için böyle bir gelir verilmesi gerektiğini savunuyor. Bu iki yaklaşımın ortak noktası ise, bu geliri üreten ve dağıtan bir üst yapıyı kabulleniyor oluşları. Bu üst yapı bir devlet, bir fon, bir kooperatif ya da bir şirket olabilir. Girişte belirttiğimiz Nygren’in öngördüğü sistem ise bu üstyapıyı yüksek oranda dışarıda bırakmaya çalışıyor.

 

ETG’nin ortaya çıkışındaki temel neden, hatırlanacağı gibi, aşırı otomasyon ve makineleşmenin, üretim biçimleri açısından insanı verimsiz bir noktaya getirmesi ihtimaliydi. Bu noktaya zaman içerisinde ulaşacağımız düşünülse de gün geçtikçe daha da sık bir biçimde işe yaramayan insan kalabalığından konuşur duruma geleceğiz. Herhangi bir biçimde bir işe yaramayacağından ötürü, kapitalist dünyada gelir olarak bir karşılığı olmayan bu kalabalığa, bir otorite tarafından ETG tahsis edilmesi de, bu kalabalığın yaşamlarını belirli bir standartta sürdürebilmelerini sağlayacak bir yöntem olarak görülüyor.

 

Bu fikrin geçmişine tekrar dönersek, geçtiğimiz yazıda kısaca değindiğimiz, ABD’nin kurucu babalarından olan Thomas Paine’in tarım ve arazi sahipliği ile ilgili düşünceleri, kökte bulunan fikirlerden birisini oluşturuyor. Paine, tüm arazinin insanlığın (ya da o devletin vatandaşlarının) ortak malı olduğunu ve bu araziyi işleyen kişinin geri kalan kişilere bir kira ödemesi gerektiğini belirtiyordu. ETG bundan farklı olarak herhangi bir aidiyet ya da sadece yaşıyor olmak üzerine kurulan bir kavram. ETG’nin ne kadar olacağı ya da hangi temel ihtiyaçlara cevap vereceği ise şu anda karşılık bulamayacak sorulardır.

 

Bir diğer taraftan bu kadar insanın atıl durumda (burada atıl tabirinden kasıt insanın ekonomik bir değer üretememesi halidir) olması ihtimali, daha problemli bir konuya da kapı açmaktadır. İnsanları tür olarak kendine fazla değer vermekle eleştiren iki popüler kişilik Yuvel  Noah Harari Homo Deus’ta ve Richard Dawkins’te Kör Saatçi’de ilginç yaklaşımlarını ortaya koyarlar. Onlara göre hümanizm kökenlerini dinden alan bir biçimde insanı diğer canlılardan üstün bir noktaya koyar, ancak böyle bir durumun da sorgulanması gerekmektedir. Dawkins’te bunu anlatabilmek için bir hayvanat bahçesinde artan bir nüfus varsa, yöneticilerin o hayvanların bir kısmını uyutarak ortadan kaldırabilecek yetkilere sahip olduklarını belirtir.

 

Günümüzde bu derecede dile getirilen bu konular, yukarıdaki ihtimaller belirdiğinde farklı bağlamlarda konuşulması gereken konular haline geleceklerdir. Örneğin Peter Diamandis’in gelecek vizyonunu ortaya koyduğu kitabının adı gibi “bolluk” içerisinde olacağımız bir dönem yerine, insanlık olarak bir tarafta gelişmiş teknolojilerin olduğu ancak diğer tarafta da sınırlı kaynakların daha da azaldığı – yani günümüzdeki trendin artarak sürdüğü – bir dönem yaşayabiliriz. Bunun sonucunda Dawkins ve Harari gibi düşünce insanlarının yaptıkları bu sorgulamaların aksiyona geçtiği ve tekno-elitler” ile “faşizm” kavramlarını birleştireceğimiz cümlelerin kurulabileceği bir gelecek öngörebiliriz. Maalesef insanlığın geçmişinde ortaya daha sık koyduğu performans tekrarlanırsa, karamsar bir dünya öngörmek için akıllı makinelerin bize savaş açmasına pek de gerek yok.

 

 

ETG konusuna dönersek, günümüzdeki benzer uygulamalardan yine bir önceki yazıda bahsetmiştik. Bunlar oldukça dar bölgelerde ve az sayıda insan üzerinde gerçekleştirilen uygulamalardı ve birçoğu da aslında verimlileştirilmiş birer yardım işleyişi gibiydiler. Bu nedenle sayı azaldığında ya da bölgeler genişlediğinde oluşacak sonuçlar aynı başarıda olmayabilir. Yine de bize sağladığı tecrübe ve olumlu-olumsuz çıktılar gelecekte kurulabilecek potansiyel yeni yapılar için bir altyapı sağlayacaktır.

 

 

Yine bugün var olan örnekler üzerinden geleceği okumaya çalışırsak, ETG ile en benzer sistemin sosyal sigorta sistemleri olduğu düşünülebilir. Bu sistemlerin problemi çoğunlukla belirli bir zaman sonra negatif değere düşmeleri ve devletler için üstesinden gelinemeyen yükler oluşturuyor olmalarıdır. Bu nedenle ETG’yi oluşturan ya da fonlayan yapının kabaca sürekli artı değer üretiyor olması en uygun olan durumdur. Tabi ki tüm bu öngörüleri günümüz ekonomik ve politik sisteminin, evirilse de temel düsturlarını koruduğu bir dünya için yapıyoruz. Diğer taraftan bu yazı dizisinde inceleyeceğimiz farklı siyasal yaklaşımlar da mevcut, ancak bunlar henüz çok tepkisel ve henüz daha gelişme çağındalar, bu nedenle ortaya bir sistem koymaktan ziyade sadece bir heyecan oluşturabiliyorlar.

 

Yazının girişinde değindiğimiz ama detaylandırmadığımız için gelecek yazılara bıraktığımız bir diğer konu da ETG’nin kim tarafından sağlanacak olduğu. Örneğin sadece “yaşıyor olmak”, ETG için yeterli bir done olacak mı? Ya da farklı aidiyetlere göre farklı ETG örnekleri mi göreceğiz?

 

Hem Nygren’in yaklaşımını hem oluşma potansiyeli olan diğer politik eğilimleri, hem de yukarıdaki soruları gelecek bölümlerde cevaplamaya ya da en azından üzerlerine düşünmeye çalışacağız.

“Devlet 2.0 – Bölüm 2” yazısına bir yanıt var

  1. Soundbug demiş ki: ( 3 Ağustos, 2017, 14:06)

    İlgi çekici bir reel politik konusu. Devamını merakla bekliyoruz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.