İki Kitap Bir Yazar – 9 (Bir’i Arayış ve Singularity)
Selim R. Toprak, 11 Temmuz 2017Çokluk dünyasında, Bir’in peşinde..
“Kesret” yani çokluk âleminde yaşıyoruz. Renkler, şekiller, sayılar.. meyveler, çiçekler, hayvanlar.. gayeler, hedefler, arzular.. milletler, toplumlar, bireyler gibi sayısız çokluklarla kuşatılmış durumdayız. Bu çokluklar ve nicelikler dünyası bir yandan ilgimizi çekip, nefislerimizi peşinden koştururken; diğer yandan niceliksel düzlem ruhlarımıza dağınıklık, aklımıza keşmekeş veriyor. Dolayısıyla dünyevî zihnî bölünmüşlükler çoğu zaman bizi yorarken, en kıymetli sermayemiz olan ömürlerimiz de birçok defa hiç farkına varmadan faydasız/semeresiz geçip gidiyor.
Diğer taraftan bozulmamış her kalp, zevk edeceği, (bir mânâda) bütünleşeceği, içinde eriyeceği bir birlik ve bağlanacağı aşkın bir BİR’i arzuluyor, özlüyor. Çürümemiş her vicdan, sırtını dayayabileceği aşkın bir kudret, gölgesine sığınabileceği engin bir rahmet arayışı ile inliyor. Başka bir ifade ile, insanlığını bütün bütün ifsad etmemiş (bozmamış) her insan, farkında olsun veya olmasın, fıtratında bulunan vahdet (birlik) ve tevhid (birleme) ihtiyacını derinden derine hissediyor. Adını tam koyamasa da biliyor ki, kalıcı mutluluğun yolu buradan geçiyor.
Singularity (Tekillik) aslen ne vaadediyor?
İşte insanın yaratılış hikmeti ve sırrıyla sıkı irtibatı bulunan bu hakikî durumun karşısına; bâtıl, yapay ve sahte çözüm ve cevaplarla çıkan akımın adıdır Singularity. İslam literatüründeki ifadesiyle “ehadiyet”in ve tevhidin yerine dijitalin yardımı ve teknoloji büyüsüyle inşa edilmeye çalışılan yalancı BİR’in adı. Nam-ı diğer Tekillik.
Daha önce Her-An’da yayınlanan farklı yazılarda bir parça üzerinde durulmaya çalışılan “Evreni Uyandırmak” ve “Omega Point” konularının da bu vehmî (aslı olmayan) BİR’in inşasıyla yakından ilgili olduğunu hatırlatıp, bu yazı serisinin asıl eksenini oluşturan yazar Ahmet Arvasi’nin (dünyevî akıl değil de) zekâ, ruhî idrak ve kalp perspektifinden, insanda yaratılıştan gelen, hakikî BİR’i bulma ve birleme ihtiyaç ve arayışını nasıl ele aldığına bakalım:
Hakikat nedir?
“İnsanoğlu var olduğu ve kendi şuuruna vardığı günden beri bu sorunun cevabını aramıştır: Hakikat nedir?
İnsan diğer varlıklarla beraber içinde doğduğu âlemde her ân içinden ve dışından (adeta) çimdiklenmektedir. Bu karşılıklı uyarmaların mânâ ve mahiyeti (niteliği) nedir? Bu kâinatı dolduran varlıklar birbirlerine bir şey mi söylemektedirler? Her varlık bir diğer varlığın kabuğuna, derisine, içine, dışına dokunmakta, gözlerine çarpmakta, kulaklarına fısıldamaktadır. Kâinat hücre hücre, lif lif birbirine bir sır aktarıp durmaktadır. Evet sahiden bu kıpırdanışın mahiyeti nedir? Bir bütün mü parçalanmaktadır? Parçalar mı bir bütünde birleşmekte ve erimektedir? (..)
İçinde doğduğumuz ve içimizde taşıdığımız, kendisinden bir parça olduğumuz bir âlemde dış ve iç uyaranlarla mütemadiyen (aralıksız olarak) uyarıldığımızı önceden ifade etmiştik. Hakikaten bizi mütemadiyen uyaran ve bilgi edinmeye mecbur eden, hiç olmazsa bizim varlığımızda kendi kendinin üzerine katlanıp varlığı tanımağa çalışan bir gerçeğin kucağındayız. Bu gerçeğin bir parçası olarak, bu gerçeğin içinde olmaya da mecburuz. Bize kendisini tasdik ettirmek isteyen bir gerçeklik her an bizi içimizden ve dışımızdan uyarmaktadır. Bütün varlığın bağrından taşan ve bütün varlık tezahürlerini (ortaya çıkma, görünür olma hallerini) aşan, bu arada her varlık gibi bizi de uyaran bir vakıaya hakikat diyoruz. Hakikat, bizi her yönden uyaran, etki altına alan, bilgili olmaya zorlayan vakıadır (realitedir).
Bu durumun niteliği üzerinde insanların anlaşamadıklarını, çeşitli ekollere, dinlere ve mezheplere ayrıldıklarını görüyoruz. Biz burada şimdilik şu kadar söyleyelim: Mutlak hakikat Mutlak Varlık’tan ibarettir. Mutlak Varlık ise görülen ve tasavvur edilen (zihnen şekillendirilen, hayal edilen) bütün varlık tezahürlerini aşar. Mutlak Varlık, varlığın sırrıdır; O’nu duyularla ele geçirmek mümkün değildir. (…)
Zekâ ve Sonsuz’u sezmek
Duyularımız, hem sıfırı, hem de sonsuzu ele geçiremez. Akıl duyulara bağlı kaldığı müddetçe aynı durumdadır. Halbuki insan zekâsı sıfırı keşfetti ve ondan ürktü, yine sonsuzu sezdi ve onu özledi. İnsan idrakinde nicelik, sıfir ile sonsuz arasına serpiştirilmiş durumda. Sayı ise, bu iki uç veya yön arasında zincirlenmiş duruyor. Akıl ve duyu bu niceliğe (kesret/çokluk âlemine) tutunmuş, zekâ ise bu niceliğin (kemmiyetin) arkasında yatan sıfırdan ürpermekte, kendini sonsuzluğun bağrına doğru atmaya çalışmakta. Zekâ, varlık dünyasından sıfıra giden yolu kapalı bulmakta, kesret ve niceliğin içinde bunalmakta, sonsuzluğun Bir’liğini apaydınlık ele geçirip huzura kavuşmak istemekledir.
Zekâ için ölçü Bir’dir, ama Sonsuz ve Mutlak olan Bir’dir. Akıl ve duyu ise Mutlak Bir’e uzanamadıkları için izafi (görece) birlerin peşindedirler. Yani akıl Bir’i tâyinde güçlükler çeker; bu bazen pek küçük, bazen de pek büyük bir sınırlı kıymettir. Çokluk duygusu, akla ve duyulara mahsus değerler olduğu halde, sıfır, sonsuz ve BİR, zekânın akla sızdırdığı değerlerdir.
Öyle gözüküyor ki, üç boyutlu realite ne kadar parçalı olursa olsun, ne kadar çokluk ifade ederse etsin, zekâ Bir’i ölçü edinmekte, Bir ile düşünebilmekledir. Bu, insan zihninin pek önemli bir özelliğidir. BİR hakikat özlemini ifade eder. Biz, eşya dünyasında BİR’i kaybetmişe benzeriz. Onu aramamıza sebep bu olsa gerektir. Kısacası, duyumlarım ve aklım hakikati parçalar halinde idrak ederken zekâm ve şuurum onu birleştirmek istiyor. Bu suretle bilgi zihnimizde çeşitlenir. Zekâ, parçalardan “bir”e doğru giderken, ileride izah edeceğimiz prensipleri basamak basamak geçmektedir.”
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017