Ölümü Yenmek
Murad Ünal, 7 Temmuz 2017Ölüm yaşamın bir parçası. İstisnası olmayan, kaçınılmaz son. Canlı olan her şey er ya da geç ölümle tanışacak. Bunu engellemek için yapılabilecek hiçbir şey yok. Kimse ölümden kaçamaz.
Tüm bu yargı cümleleri herkesin bildiği şeyler ama yine de sıklıkla kullanılan ifade kalıpları. Ölüm ne kadar içi içe olunsa da alışılması ve kabullenilmesi zor bir kavram. Ölümle barışık olmak kolay bir iş değil ve bunu yapabilmek için güçlü bir inanç gerekiyor. Bu ise modern insanda en az bulunan şey. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki en inançlı olduğunu söyleyenlerin bile zihninde şüphe bulutları dolaşıyor. Ölümden sonra yaşama inananlar bile bu dünya ve onun nimetlerinden ayrılmak istemiyorlar.
Bir görüşe göre insanların tüm faaliyetleri ölümü unutmak üzere kurgulanmıştır. En temele inildiğinde dizginlenemez dünya hırsının, kontrolsüz eğlence ihtiyacının, madde bağımlılığının, işkolikliğin ve benzeri aşırılıkların altında yatan ana sebep ölüme karşı takınılan tutumdur. İnsan farkında olmasa da geçici olan dünya hayatını adeta kalıcı hale getirmeye, ölümü unutmaya çalışmaktadır. Hatta sanat eserleri ortaya koyma motivasyonunun, büyük binalar inşa edip şehirler kurmanın kökeninde bile fani olma haline bir itiraz, bir direniş olduğunu düşünebiliriz. Ölümsüz eserler ortaya koyarak ölümü aldatmaya çalışmak çok eski bir gayrettir.
Modern zamanlar öncesi ölümle baş etmek insanlar için daha kolaydı. Geleneksel toplumlarda insanların ezici bir çoğunluğu ölümden sonra yaşama inanırlardı. Bu dünyada yaptıklarının karşılığı olarak iyi ya da kötü ebedi bir hayata sahip olacaklarını düşünüyorlardı. Bugün böyle düşünen insanların sayısı herhalde geçmişe göre epey azalmış durumdadır. En azından mesele bu netlikte kabul görmüyor. Ahiret inancı olanların bile önemli sayılabilecek bir kısmının kafasında şüpheler dolaşıyor. Modern insan hesap vermek istemiyor. Benliğini o kadar beslemiş ve şişirmiş ki kendi kendisinin tanrısı olmaya soyunmuş. Ama ölüm orada duruyor ve onu bekliyor. Kendini kandırıp her şeyi kontrol edebileceği sanısına kapılsa bile ölüme karşı çaresiz. Ölüm, aslında ne kadar güçsüz ve aciz olduğunu hatırlatıyor. Çünkü ölüm öldürülemez. Acaba öyle mi?!
İnsanlığın ölümsüzlük düşü eskilere dayanır. İlk yazılı destan olduğu düşünülen Gılgamış destanında Gılgamış ölümsüzlüğün sırrını bulmak için yola çıkar. Lokman hekimin ise ölümsüzlük iksirinin formülünü bulduğu ama kaybettiği söylenir. Dünyanın pek çok farklı köşesinde ölümsüzlükle ilgili efsanelere rastlanır. Öyle anlaşılıyor ki ölümü yenmek fikri insan aklının bir köşesinde her zaman yer tutmuş. Ama kimse ölümün yenilebileceğine tam anlamıyla inanamamış. Ancak bu durum artık değişmiş gibi görünüyor. Singularity akımının en büyük vaadi ölümü yenmek üzerine. Bunun çeşitli yolları hakkında konuşuluyor, olası senaryolar seslendiriliyor. İşin tıp ve genetik ile ilgili yönü üzerinde çalışmalar sürse de çok yakın bir gelecekte bu konuda anlamlı bir gelişme olması beklenmiyor. Uzak gelecekte ise insanlığı çok şaşırtacak bir ilerleme sağlanabilir. Öyle ki insanlık ölümü yendiğine bile inanabilir. Ancak daha kısa vadede dijital teknoloji yoluyla bir sürpriz ile karşılaşabiliriz.
Kendi Zihninde Yaşamak
Bu kadar sözü etmemizin sebebi ayak seslerini her geçen gün daha çok duyduğumuz insan zihninin dijital aleme aktarımı ile ilgili Black Mirror bölümü.
Çok sık bahsettiğimiz bu dizi transhümanist akımın bütün unsurlarını olağanüstü bir yetkinlikle işliyor. Söz konusu bölümde önce seksenlerin dünyasını ziyaret ediyoruz. Genç bir kadın seksenlerin tüm özelliklerini taşıyan bir sokakta yürüyüp o yılların eğlence kültürünü yansıtan bir gece kulübüne giriyor. Orada tanıştığı kendi yaşlarında bir kadınla kurduğu ilişki üzerinden seyirciyi büyük sürprizler bekliyor.
Eğer singularity öncülerinin vaatleri gerçek olursa insanlar normal hayatlarında aşmadıkları sınırları gerçekliğe bürünmüş dijital alemde asla umursamayacaklar. İstedikleri bir zaman diliminde, istedikleri yaşta, istedikleri görünümde ve asla zarar görmeden yaşayacaklar. Bedenleri ölüp, toprağa karıştığında zihinleri gerçekten ayırt edilemeyen sanal dünyada yaşamayı sürdürecek. Tüm hisleri kusursuz yaşayabilecekler. Yani bir bakıma kendi ahiretlerini yaratacak, ölümü aldatacak ebediyen kendi belirledikleri şartlarda varlıklarını sürdürecekler.
Modern insan için ne kadar ideal bir çözüm. Ölümden sonra yaşam var mı sorusu cevabını bulmuş, üstelik yaptıklarından ötürü hesap verme kaygısı da ortadan kalkmıştır.
İnsanlar kendilerini kandırma konusunda epey mahirler. Bilim ve teknoloji daha süslü ve büyük yalanların söylenmesini mümkün hale getirdi. İnsanlar bütünüyle bağlamından koparılmış, sahte bir hayatı kabul edebilecek hale geldiler. Ancak sorun şu ki sahte olan ne kadar gerçeğe benzerse benzesin asla gerçek olanın yerini tutamayacak. Sahtelik bir süre sonra mutlaka kendini hissettirecektir.
İnsanı et ve kemikten ibaret olarak görmek, insan idrakini bir takım sayısal kodlara indirgemeye çalışmak ve bu şekilde ölümü yenebileceğini sanmak kendi kandırmanın şahikası olacaktır.
“Ölümü Yenmek” yazısına bir yanıt var
Bir cevap yazın
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017
Yine çok güzel, özellikle beklediğim türden bir yazı. singulariteryenlerin mind uploading yaparak sözde ölümsüzlüğe ulaşma çabalarını biliyorduk, ki Hollywood’da da bunu direk veya dolaylı olarak işleyen, yeri geldiğinde gözümüze gözümüze soka soka beynimize yerleştirmeye çalışan filmleri var. İşin ilginç tarafı şu son paragrafta yazanı günümüzün en zeki bilim insanları bile görmezden geliyor. Michio Kaku veya Demis Hassabis gibi isimler. Aslında belki de kendileri de biliyorlar ancak ya işlerine gelmiyor, ya da “bilimsel” gelmeyip gerçekten başarabileceklerini düşünüyorlar. ben de şahsen bilim ve teknolojiyi takip eden, birşeyler geliştirmeye çalışan ve hep bilimi destekleyen bir insan olarak, bu kadar tapınma derecesine çıkarılmasına karşıyım. İlim ve Fen’e tapınıyorlar ya bazıları, aslında ne biliyor ki? Aslında bilimin hiçbir şey bilmediğini görmemiz lazım. Bilinenler bilmediklerimizin yanında hiçbir şey. “Nasıl?”‘a cevap verirken “Niye?”‘ye cevap verebiliyor muyuz? Veya tam tersi. Matematik ve fizik teorileri “hayat” olgusuna ne kadar cevap veriyor?