İğreti – 1

, 23 Ağustos 2017

Öyle kurak bir dönemden geçiyoruz ki… Saf düşünce adına… Doğru dürüst, derince sohbetleşebileceğin insanı ara ki bulasın… Sinop’lu ermiş Diyojen gibi, gündüz vakti, elimizde yanan bir lambayla sokakları arşınlarken, “Ne yapıyorsun bu garip halde?” diye soranlara “insan arıyorum” diyecek bir gariplik yaşıyoruz. Zihinler/kalpler spor, magazin, günlük siyaset ve alışveriş düşüncesiye iğdiş; fikir ise idam edilmiştir… Durumumuz:

“Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar”,
“Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!”  (Mehmet Akif Ersoy)

 

Önümüzde yepyeni bir dünya var… Tehlikeleri ve fırsatlarıyla… Fakat bizim kafalar eski… Dünyayı ve içinde yaşamakta olduğumuz hayatı yorumlayacak bir donanımdan mahrumuz. Bu sefil halin ne kadar farkındayız bilemiyorum; ama ümitlerin mumu tahtaya dayanacak hale geldi…

 

Koyunun Olmadığı Yerde Keçiye Abdurrahman Çelebi Demek

O kadar öfkeliyim ki… Öfkeden de ziyade bir iğrenme hali var mevcut durumdan… Bu fikrî sefalet ve ufuksuzluktan dolayı…

Bir de televizyonlarda arz-ı endam eden yeni bir tipoloji var. “İğreti” derken asıl kastım da bu aslında… Birebir, müşahhas insanlardan bahsetmeyeyim de, bir anlayıştan bahsetmiş olayım:

Gelişmiş ülkelerin kuluçkası olduğu yepyeni teknolojik, bilimsel ve fikrî gelişmeleri ve tartışmaları, bizim gibi gelişmekte(!) olan ülkelere transfer eden 3. sınıf taşeronlardan bahsetmek istiyorum. Konu yapay zeka mı, insan klonlama mı, sanal gerçeklik mi.. artık bizim de televizyonlarımızda bu konuların ajentalığını yapan; ama çok banal ve yüzeysel bir şekilde yapan Abdurrahman Çelebilerimiz var. Nasıl olsa derinlik, bütünlük ve sağlamlık arayan yada bu mefhumlardan haberi olan bir kitle yok muhatap olarak… Ver biraz Elon Musk, ver biraz Harari, bahset biraz yapay zeka tehlikeli mi değil mi tartışmalarından, az biraz da robotların işlerimizi elimizden alıp almayacaklarını eklersen… Bu Abdurrahman Çelebilerin ilgili konular hakkında konuşabileceği sadece o televizyon programındaki kadardır aslında… Ama dedim ya, öyle bir çölleşme var ki, Çin (Türk?) malı Kurzweil’ların, Musk’ların ve TED’cilerin cirit attıkları bir ortamda yaşıyoruz.

İnsafı elden bırakmamalıyım ve aslında bu tipolojinin, ülkemiz şartlarında hakikaten faydalı olduğunu da ifade etmeliyim. Bu da bardağın dolu tarafı… Sayılarının çok olduğunu düşünmesem de, bildiği dünyadan/hayattan daha farklı bir dünyanın olduğunu görerek, bu yeni gidişatın serpintileriniden nasiplenecek susuz gençler ve kabiliyetli ama pusulası olmayan insanlar da olabilir ekran karşısında… Vardır da… Seviyesiz yarışma programlarını seyretmektense, iyi niyetli bir program yapımcısının iyilik duvarına bir taş koyma çabası olarak da bakabiliriz bu meseleye… Her-an platformu olarak biz de, tenkit etmekte olduğum aynı yanlışları yapıyor olabiliriz. Öfkem, -hakikaten- seviyenin homojen olarak düşüklüğü (yurtdışındaki bazı ülkelere bakınca öfkem artıyor) ve önemsediğim; ama kendimi yalnız da hissettiğim bir başka meseleden dolayı: “Köksüzlük”.

 

Köksüzlük

“Yapıştırma bıyık”ın iğretiliği hoş bir analoji olabilir bu konuda… Kökleri kendinde olmayan ve duruma göre kolayca düşebilecek takma bir bıyık… Hele bir de bu takma bıyığın rengi ten rengi ile uyumsuz olursa… Bir zencinin sarı bir bıyık takması gibi… “Zenci” tabirini de bilerek kullandım. Bu tabirin “köksüzlük” ve “iğretilik” tesbitime hizmet edeceğini düşünüyorum. Neden mi? Günümüzde zenci tabiri yerine siyahî tabirini kullanmayı yeğliyor insanımız… Eskiden hepimiz zenci derdik kara derili insanlara… Bilâl-i Habeşî hazretleri bizim için zenci sahabîydi… Zenci tabirinin aşağılayıcı bir çağrışımı yoktu. Fakat dublaj bir toplum olmaya gittiğimiz ve dublaj duygu ve düşünceleri gözü kapalıca sahiplenebildiğimiz için;

İngilizce’de artık “negro” nun ırkçı, aşağılıyıcı argo bir kelime olduğu kabul edilmesinden ve onun yerine “black” (siyah) kelimesi kullanıldığı için;

biz de artık zenci yerine siyahî tabirinin kullanıyoruz. Yani yine “Almanya yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık”.

Elbette bir toplum bulunduğu dönemin inşa edicilerinden değilse -çar naçar- inşa edicilerin isimlerini koyduğu kavramları kullanmak zorundadır. Artık “telefon” kelimesi Türkçedir. Televizyon ve internet kelimeleri de Türkçedir. Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya’yı bir “fetih hakkı” olarak camii haline getirmesi gibi, çağımızın teknoloji ve kültür fatihi olan İngilizce konuşan Batı dünyası da -bir fetih hakkı olarak- icat ettiği bu aletlerin isim hakkını elinde bulundurmaktadır. Hepimize geçmiş olsun. “Televizyon” kelimesine alternatif bir başka kelime aramak çabası anakronik ve komiktir. Çağını anlayamamaktır. Nakavt edilmiş ve yüzü perşembe pazarına dönmüş bir dövüşçünün ayakta sarhoş gibi sallanarak rakibine “Bak seni çok kötü döverim haaa” demesi gibidir. Bu gibi saçmalıklardan elbette uzağız.

 

Tercüme Önemlidir

Ayrıca Hilmi Ziya Ülken’in de kitabında (Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü) mevzu ettiği gibi uyanış dönemlerinde tercüme faaliyetleri çok önemlidir:

“Medeniyet sürekli bir yürüyüştür. Her ulus, büyük medeni akışla birleşen ve ona karışan yeni bir sudur. O kendinden bir şeyler getirir; fakat onu büyük akışa katmasını bilmezse hiçbir şey yapmış olmayacaktır. Medeni akışa ayak uydurmak demek ona karıştığı yere kadar bütün fikir mahsullerini tanımak ve onlarla yoğrulmak demektir. Kendi içine kapanmış, başkalarından habersiz ve kendi kendine doğup büyüyen, devresini tamamlayan medeniyetler yoktur. Eski Sümer ve Mısır Yunan’a, Yunan Latin’e ve İslam’a, İslam ve Latin dünyaları Rönesans vasıtasıyla Avrupa medeniyetine ulaşır. Bu sürekli yoldan ayrılan ve ayrı kalan dallar kendi kendine çürüyüp düşmeğe mahkûmdur: Eski Amerika medeniyetleri bundan dolayı yarım kalmış ve yemişlerini vermeden kaybolup gitmiştir. Bizim için lazım olan eski İslam ve yeni Avrupa uyanışlarında olduğu gibi çok sistemli ve hararetli bir tercüme faaliyeti canlandırmaktır. Tanzimat’tan beri geç kalınan bu yola girmenin tam zamanıdır ve şükredelim ki girilmiştir.” (Hilmi Ziya Ülken)

Hem Endülüs hamlesine hem de Cumhuriyetimize giden yolda 2. Abdülhamid Han gibi vizyonerlerin kültürel kalkınma için yaptığı girişimlere bakabiliriz. Şimdi zaman çok daha hızlı ilerliyor ve bizim elbette tercüme fikirlere, kavramlara, icatlara karşı çıkma gibi bir lüksümüz yok. Aksine kucak açmalıyız. Ama bir de bu kadar da iğreti olmasa…

 

Biz de X’iz Ama Farkında Değiliz

Şahsiyet, kişilik, köklü olmak… Köklü olmak hem kültürel toprağın ve habitatından hem de kendi aklın, fikrin, gönlün ve ruhundan beslenebilmek demek… Tabir-i diğerle sarı bıyıklı bir “siyahi” olmamak… Spike Lee’nin “Malcolm X” isimli biyografik filminde Malcolm, aşağılık duygusuna sahip bir zencidir. Saçlarını farklı bir madde ile beyazlara öykünerek düz ve sarı hale getirmektedir. Filmin en kritik sahnelerinden birinde Malcolm, bu işlemi yaptığı esnada (o maddenin temas ettiği kafada bir zaman sonra çok büyük bir yanma hissi oluşmaktadır. Bu yüzden hemen yıkanmaladır.) su bulamadığı için kafasını klozete sokmak zorunda kalmıştır. Tutuklanan Malcolm, hapis hayatını yaşama sürecinde hakiki bir şahsiyetinin olmadığının; kimliğinin belirsiz olduğunun farkına varır. Belirsiz bu kimliğinin bir sembolü olarak “X” harfini Malcolm isminin yanına eklemiş; daha da sonra, gerçek özüne onu çağıran bir davetçinin sesine icabet ederek gerçek şahsiyetine kavuşmuş ve bu kavuşmanın sembolü olarak da Malik el Şahbaz ismini almıştır.

Malik el Şahbaz – Denzel Washington

 

“1985 Benim Yılım Olacak” Dedi, Şimdiki Torun Büyüten Babaanne

İçimde bir öğürme duygusu getiren “iğreti” “yeni haller”… TED ve benzeri platformların konuşmacılarının kötü bir taklidi olarak bir elinde şişe su ile konuşan ve üzerinde iğreti bir shirt olan “innovatif” girişimci… Hele bir de Amerikalıların son yıllarda çok şahit olduğum, konuşurken ağız şaplatmak da yapıyorsa… Bir de konuşurken iki eli ile “tırnak işareti” yapıyorsa…

Google ortamı gibi rahat giyinmeler, rahat ortamlar, iş yerlerinde paten kaymalar ve rengarenk bir ortam… belki güzel… Ama “öz” yok… Hep taklit, hep iğreti, hem ajentacılık…

Futuristlerimizin kendilerine mahsus hiçbir fikirlerinin olmaması… Hatta dışarıda üretilmiş, dumanı üzerinde ve hiçbir gerçekliği olmayan yeni kavramları bile “buna …deniyor” demekten başka ne yapıyorlar?

1980’li yıllarda, Hürriyet Gazetesi’nin Saklambaç ekinde -genellikle yılbaşı öncesi- çocuk kafamla dahi istihza ettiğim, kırık plak gibi kendini tekrar eden bir mesele olurdu:

Özal dönemi Türkiye’sinin yeni yeni dışarıya açıldığı yıllar… 3.Sınıf bir sanatçı adayı (hatırladıklarımın hepsi kadındı) gelişmiş Batı ülkelerinde bir müddet turist olarak bilgi ve görgüsünü arttırmak üzere bir seyahatte bulunmuştur. Oralarda müşahede etmiş olduğu yeni bir trendin/akımın çok ucuz bir nümûnesini; mesela bu bir saç ve giyim modeli;

incik, boncuk/aksesuar (belki gösterişli yeni bir gözlük modeli/tipi);

yada Batı’da o sırada moda olan yeni bir dans türü olabilir; bu yeni şey her ne ise, onunla poz vererek “Saklambaç” yada “TV’de 7 Gün Dergisi” muhabirine, her sene aynı vakitlerde bir nakarat gibi tekrarlanacak şu sözleri demeç olarak verirdi:

“1984, benim yılım olacak.”

“1985, benim yılım olacak.”

“1986, benim yılım olacak”…

Dedikleri gibi olmadı. Umarım şimdi mutlu mutlu torun büyütüyorlardır.

(Devamı gelecek)

“İğreti – 1” yazısına bir yanıt var

  1. Soundbug demiş ki: ( 24 Ağustos, 2017, 0:18)

    Duygularıma tercüman bir yazı.. medyamızın ve medyatik şahsiyetlerin acınacak halleri.. Ahirzamanın karakteristik özelliklerinden biri de büyük ölçüde herşeyin özünden, hakikatinden uzaklaşması,koparılması.. ruhunu kaybetmesi.. taklidî suretlerin çoğalıp ortalığı alması.. kimliksiz ve kişiliksiz.

    Şahsen en üzüldüğüm nokta ise, sahnelenen bu kalitesiz tiyatroda kelime ve kavramların içinin boşaltılması ve mânâsını yitirmesi.. vebali ayağa düşürenlerin boynuna

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.