Oyun ve Eğlence – 1

, 12 Eylül 2017

Bu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi! (Ankebut 64)

Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap ve Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir. (Hadid 20)

 

Biz yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.
Eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık.
Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiş. Allah’a karşı yakıştırdığınız nitelemelerden ötürü yazıklar olsun size! (Enbiya 16-18)

Kuran’da birkaç yerde dünya hayatı (ya da dünya hayat) oyun (laib) ve eğlence (lehv) olarak niteleniyor.

Laib Arapça’da oyun demek. Lehv ise Kubbealtı Lügatı’nda “Önemli şeylerden alıkoyacak faydasız iş, oyun, eğlence” olarak tanımlanmış.

Peki oyun nedir?

Kubbealtı Lügatı’nda oyun “Bir menfaat olmadan hoşça vakit geçirmek için yapılan, çeşidine göre belli kurallara bağlanmış, mahârete dayalı eğlence” olarak tanımlanmış. Bu tanımda ilginç olan kısım “menfaat yokluğu” şartı. Hoşça vakit geçirmek de bir menfaat sayılabileceği için bu tanım çok da isabetli değil.

Türk Dil Kurumu sözlüğünde oyun “Yetenek ve zekâ geliştirici, belli kuralları olan, iyi vakit geçirmeye yarayan eğlence” olarak tanımlanıyor. Bu tanımda da “yetenek ve zeka geliştirme” şartı aranması kavramı gereksiz yere daraltıyor.

Oxford sözlüğünde oyun’un (game) ilk anlamı “rekabet içeren, kurallara göre oynanan bir aktivite veya spor” olarak verilmiş. İkinci anlamı ise “eğlence için yapılan aktivite” olarak geçiyor. Bu tanımların ilki fazlaca dar, ikincisi ise çok geniş. İlk tanıma göre tek kişilik bir oyun mümkün olmayacak (kendimizle rekabetten söz etmediğimiz sürece), ikinci tanıma göre ise film izlemek, keyif için yemek yemek ya da uyumak gibi aktiviteleri de oyun kapsamına almak zorunda kalacağız.

Art of Game Design (Oyun Tasarlama Sanatı) kitabının yazarı Jesse Schell game, play ve toy kavramları üzerinde detaylıca durduktan sonra game (oyun) kavramını problem çözme temelinde tanımlıyor. Ona göre her oyun problem çözme eylemi içeriyor.

Burada daha birçok düşünürün konuyla ilgili tanımlarından bahsetmek mümkün ve sadece oyun kavramının tanımının tartışıldığı bir yazı dizisi çıkabilir. Ancak esas amacımız bu olmadığı için kavramın muğlaklığı ve tanımlanmasının güçlüğü hakkında bir fikir vermeye yeterli olduğu için yukarıdakilerle yetineceğiz. Bu yazı cevaplardan çok soru odaklı olacağı için kendi oyun tanımımızı da şimdilik yapmıyoruz.

Dünya hayatının bir oyun ve eğlence olması ne demektir? Bununla kastedilen ilk anda anlaşılan dünya hayatının boş bir meşgale, önemsiz bir işten ibaret olması mıdır? Yoksa bu ifadenin altında başka anlamlar da araştırmalı mıyız?

Oyunlarla gerçek hayata hazırlanan hayvanlar var. Birbirleriyle oyun için boğuşan, başka canlıları yemeyecek bile olsa kovalayan hayvanlar bu oyunlarla kendilerini geliştirip yetişkinliklerinde pratik faydası olacak beceriler kazanıyorlar.

Eğitici oyunlar insan yavrularının yetiştirilmesinde de kullanılıyor. Çocukların sosyal, fiziksel ve zihinsel becerilerini geliştiren ve onları hayata hazırlayan oyunlar var.

Demek ki oyunun bir talim ve terbiye, üst bir hayat derecesine hazırlık olduğu durumlar var. Oyun her zaman boş bir uğraş değil.

Acaba söz konusu ayetler bir yandan ilk anlamı kastederek dünya hayatının geçiciliği ve kıymetsizliğine vurgu yaparken bir yandan da bu oyun meydanının insanın asıl ve daha üst mertebedeki hayatına hazırlayıcı fonksiyonunu ima ediyor olabilir mi?

Dünya oyunundaki tavırlarımızla ruhumuzu yükseltmek veya alçaltmak, cennete veya cehenneme ehil hale gelmek, kazanmak veya kaybetmekten bahsedebilir miyiz?

Dünya hayatının laib ve lehv olmasından söz eden ayetlerin yanında Enbiya 16-18 ayetlerinde ilk bakışta tam tersi gibi gözüken bir mana ile bu sefer Allah’ın gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri laib olarak yaratmadığından bahsediliyor. İki ayette de laib kelimesi geçiyor (Enbiya suresindeki kelimenin çoğul halinde). Peki bu ayet diğerleri karşısında nasıl anlaşılmalı?

İlk olarak, dünyanın oyun ve oyalanmacadan ibaret olduğunu belirten ayetlerde kastedilenin dünyanın sırf dünya hayatına bakan yüzü olduğu söylenebilir. Dünyanın ahirete ve Allah’ın esmasına bakan yüzleri içinse bunun geçerli olmadığı ileri sürülebilir.

Diğer bir yorum ise dünya hayatının gerçekten de insanlar için bir oyun ve oyalanmacadan ibaret olduğu ancak Allah için bunun söz konusu olmadığı, aynı dünya hayatının Allah nazarında hikmet dolu olduğu şeklinde olabilir.

Yine de bu müşkül üzerinde daha iyi tefekkür edilmesi gerekiyor.

Enbiya suresindeki bu ayetlerden Allah’a oyunla ilgili fiiler nispet etmenin caiz olmadığı sonucuna varabiliriz. Burada Hinduizm’deki leela (veya lila) kavramından da kısaca bahsetmek yerinde olur.

Leela kavramı “ilahi oyun” olarak çevrilse de bu ifadenin de Sanskritçe kelimenin tam bir çevirisi olmadığı belirtiliyor. Hinduizm’e göre leela Brahman’ın evreni bir oyun olarak yaratması. Burada Brahman’ın kendi oynadığı bir oyun söz konusu. Bu ilahi oyun eylemi ile evren yaratılıyor.

Evrensel bilinci (Singulariteryen bir tanrıyı) uyandırmaktan bahsedenlere Ayet el-Kürsi’deki “Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku.” ifadesi cevap veriyorsa leela kavramına da Enbiya suresinin 16 – 18. ayetleri cevap veriyor.


Bu yazı konuya dağınık bir giriş mahiyetindeydi. Yazı dizisinin devamında yukarıdaki cevapsız veya muğlak cevaplı sorulara ek olarak aşağıdakilere ve daha fazlasına da cevap aramaya çalışacağız.

“Allah’ın katından bir eğlence” ne demektir?

Leela hakkında daha neler söylenebilir? Simülasyon teorisi ile nasıl bir ilişkisi olabilir?

Oyun’un hakikati nedir?

“Oyun ve Eğlence – 1” yazısına bir yanıt var

  1. Mustafa Gülbay demiş ki: ( 14 Mayıs, 2021, 4:56)

    OYUN ÜZERİNE…

    Oyun asla hafife alınmaması gereken en önemli insanî etkinliktir.

    Dijital oyun ve oyuncaklarla, doğal oyun ve oyuncakların ikinci plana atılması, insanı, doğadan ve ritim melekesinin temelini oluşturan davranışsal kökenden koparmaya başlamıştır.

    İnsanı bilinmeyene yönelten ve onunla ilişki kurabilmesinin yolunu açan temel saik, hayvanlardaki gibi sadece MERAK(1) değil, deyim yerindeyse bunun türevi olan OYUN DUYGUSU(2) ile bu duygunun meydana getirdiği OYUN(3) etkinliği olsa gerektir.
    Bu bağlamda ‘insanın ateşle ilk ilişkisi oyunla başlamış… ateş, ritim melekesi gelişmiş insanın oyuncaklarından biri olmuş olmalıdır’ diye bir çıkarımda bulunmak yanlış olmasa gerektir.

    Kaldı ki, ateşin a priori bir değerinin olmaması, dolayısıyla hiçbir hayvana doğrudan fayda sağlamayıp, aksine her zaman zarar veriyor olması, insanın ateşle/alevle ilk ilişkisinin oyuna dayalı olması gerektiğini düşündürüyor.
    Çünkü, ilk insanımsıların, hiçbir şekilde ihtiyacı olmayan ateşe yaklaşıp, onunla oynaşmasının mantıksal bir amacı, açıklaması yok.

    Dıştan bir etki ve/veya baskı olmadan, daha çok da kendi kendine oluşan-OYNAŞMA(4) gibi içgüdüsel bir temele de dayanmayan- OYUN-sanatsal etkinlikler dışında- insanın hem içgüdüsel, hem de mantıksal bir amacı, açıklaması olmayan yegâne faaliyeti.
    Bu bağlamda, başlangıçta insanımsı ile hayvan arasında, oynaşma etkinliğinin içeriği açısından, niteliksel bir fark yokken, tüyleri-mutasyon, beslenme çeşitliliği, korku ve/veya stres gibi sebeplerle- incelip, kısalmış ve/veya büyük ölçüde dökülmüş olan insanımsıda, titreme taklidiyle geliştiğini varsayabileceğimiz RİTİM MELEKSİ(5), insanî oyunun, içgüdüsel oynaşmadan ayrışıp, kopuşuna yol açmış olsa gerektir.

    Oynaşma, hayatta kalma ve üreme amacına yönelik, gerçek hayatın taklidini, yani kurgusal bir benzerini oluşturan etkinlilerden mürekkeptir.
    Oysa, isteğe bağlı olarak gelişen ve gerçek yaşantıdan farklı bir durum olan ve de belirli bir amaca yönelik olmayan oyunda pragmatik bir saik yoktur.

    Bilinçaltındaki “hayatta kalma ve neslin geleceğini garanti altına alma kaygısı”yla hep dahasına sahip olmak isteyen Sahiplenmeci Aklımız için, oynamak, hele hele ATEŞLE OYNAMAK(6), anlamsız, saçma ve tehlikeli bir eylemdir.

    Çünkü ateşle oynamak, bir taraftan çok keyifli ve eğlenceli bir etkinlik iken, diğer taraftan son derece tehlikeli, hatta bazen ölümcül bir etkinliktir. Sahiplenmeci Aklımız, kaotik bir fenomen olarak ateşi ve her türlü kaosu her daim zararlı olarak görmüştür(7).

    İnsanlık tarihinde yaşanmış ve halen de yaşanmakta olan birçok olumsuz olayda başroldedir ateş.
    Kimimizin evini yakmıştır, kimimizin elini.
    Kimimizi evinden, kimimizi yurdundan etmiştir.
    Kimimize, gelecekle ilgili korku salmıştır. Kimimiz ise, ateşin, ölüp gidince bile, karşısına çıkmasından endişe etmiştir. Sahiplenmeci Aklımız çok da haksız sayılmaz ve bu yüzden ateşle oynamakta, oynatmakta istemez.
    Bugün bile, başta Türkçe’miz olmak üzere çoğu dilde “ateşle oynamak deyimi”nin “tehlikeli işlerle meşgul olmak, üzerinize vazife olmayan şeylere burnunuzu sokup, bilmemeniz gereken bilgileri öğrenmeye çalışmak” gibi anlamlara gelmesi,ateşi, kaynağı oyuna dayalı olan ÖZGÜR AKLIMIZın(8) keşfettiğini gösteriyor.
    Sahiplenmeci Aklımızla olumsuzlanan ateş, Özgür Aklımızı geliştiren bir OYUNCAK(9) olmuştur.
    Çünkü, ritim melekesi gelişmiş insanın oyuncaklarından olan ateşle oynamak, hesapsız bir cesaret, her şeye rağmen inadına devam edebilen bir dirayet, bilgiyle mahareti marifete dönüştüren bir
    feraset, uzun lafın kısası ÖZGÜR(10) olmayı gerektirir.

    DİPNOTLAR:
    ——————–

    (1) Bilindiği üzere, Arapça incelik, duyarlık anlamına gelen, rakik ve rikkat gibi aynı kökten türemiş olan merak sözcüğünün, araştırma anlamı sadece Türkçe’ye özgüdür.
    Türkçe’de merak sözcüğüne yüklenen anlamı karşılayan asıl Arapça sözcük, tecessüstür. Tecessüs, “araştırmak, yoklamak, dikkat ve çaba harcayarak bilgi edinmeye çalışmak” anlamına gelir ki, uğraşısı-kimliğini de gizleyerek-, saklı olanı, bilinmeyeni, gizliliği araştırıp, açığa çıkaran anlamındaki casus sözcüğü de, bu sözcükle aynı kökten gelir.
    Meraklılık, hayvan türlerinin evrim sırasındaki uzmanlaşma derecesi ile ters orantılıdır.
    Eğer bir tür, yaşamını sürdürmek için-evrimsel süreçte- tek bir taktiği geliştirmeye yönelmişse, aşırı meraklı olması… çevresindeki karmaşık düzenle fazla ilgilenmesi gerekmez.
    Karıncayiyen karınca, koala okaliptus yaprağı bulduğu sürece keyiflidir, başka tasası yoktur.
    Oysa, uzmanlaşmamış olanlar-hayvanlar dünyasının aşırı meraklıları– hiç de öyle kolay kolay rahat edemezler.
    Çünkü, yarınki yiyeceklerini nerede bulacaklarını bilmezler.
    Bu yüzden her kovuk, her yarık bilinmeli, her imkân denenmeli, bütün rastlantılar kollanmalıdır. Araştırma, durup dinlenmeksizin araştırma şarttır. İnceleme, tekrar tekrar denemeler yapmak gerekmektedir.
    Yalnız beslenme sorunu değildir söz konusu olan. Kendilerini savunmak için de gereklidir bu.
    Örneğin farelerin aksine, kirpiler, düşmanlarına aldırmaksızın istedikleri gibi gürültü ederek dolaşabilirler.
    Ama, kirpi gibi “güçlü” donanımdan yoksun olan bu fare, her zaman tetikte olmak zorundadır.
    Çünkü hayatta kalabilmek için, tehlike işaretlerini algılayabilmesi, kaçış yollarını bilmesi, bunun için de habitatını, yani yaşadığı çevreyi en ufak ayrıntısına kadar ezberlemesi gereklidir.
    Bu açıdan bakıldığında uzmanlaşmamış olmak bir yetersizlik olarak gözükebilir.
    Öyleyse, meraklı hayvanların var olma nedeni ne olabilir?
    Bu sorunun cevabı, uzmanlaşmanın önemli bir engeli de beraberinde getirdiğidir.
    Yaşamı sürdürme taktiği, gereğince işlediği sürece uzmanlaşmış hayvanın işleri yolunda gider.
    Ama, ortamda önemli bir değişiklik olduğunda uzmanlaşmış hayvan apışıp kalır.

    Bir hayvan, rakiplerini geçmek, düşmanlarından korunmak amacıyla, bir takım aşırı çabalar göstermişse, genetik yapısında önemli değişiklikler olmuş demektir.
    Durum beklenmedik biçimde değişince, uzmanlaşmış hayvan bu değişikliğe birden bire ayak uyduramayacaktır.
    Bu yüzden karayollarında daha çok, ezilmiş tarla faresi değil, kirpiyle karşılaşırız.

    Gündelik hayatları çok daha zor olsa da, meraklı hayvanların, ortamın ani değişikliklerine uyum sağlayabilme yeteneği vardır.
    Gelincik fare bulamasa; hemen yumurtalara ve sümüklü böceklere dönecektir.
    Maymunlar meyve bulamazlarsa, bitki köklerini ve/veya filizleri yemeye başlayacaktır.
    Oysa karıncayiyen karınca, koala okaliptus yaprağı bulmazsa açlıktan ölecektir.

    Uzmanlaşmamışlar arasında en meraklı hayvan, belki de maymunlardır.
    Ve maymunlar arasında en meraklı olanda ‘çıplak maymun’dur.
    Her şeye burnunu sokmak huyu, bütün genç maymun türünde vardır, ama bu niteliklerinin önemi zamanla azalır.
    Oysa insanda, çocukluk çağının merakçılığı olgunlaştıkça güçlenmekte ve yaygınlaşmaktadır.

    İnsanın, yaşamını sürdürecek imkânları ne kadar iyi olursa olsun, araştırmaktan, merak etmekten asla vazgeçmez.
    Her soruya verdiğimiz cevap, aynı anda bir ikinci soruyu doğurur.
    İnsan türünün yaşamını sürdürme taktiklerinin en önemlisi de budur.

    Bilinmeyen her şey, tehlike ihtimâlini de beraberinde taşır. Dolayısıyla, bilinmeyene dikkatle yaklaşılmalıdır.

    Merak, bilinmeyenle, bilinen haline gelene kadar ilgilenmemizi sağlar, ta ki onu gözümüzden düşürecek kadar iyi tanıyıp, yeterince deneyinceye ve bu bilgileri gerektiği zaman ve yerde kullanmak üzere bir kenara koyuncaya kadar.
    Çocuklar, her zaman bunu yaparlar.
    Merak duyguları o derece güçlüdür ki, bazen ana babalar tarafından dizginlenmeleri ve/veya yönlendirilmeleri gerekli olur.
    Ancak, anne-baba, meraklılığı, dizginleyip, yönlendirmekte başarılı olsa da, hiçbir zaman
    baskı altında tutamaz.

    Çocuklar büyüdükçe, merakları öylesine artar ki, Sahiplenmeci Aklımız bunun köreltilmesi için elinden geleni yapmaya başlar.
    “İnsanın başına ne gelirse, ya meraktan ya ºtan gelir” sözü bu anlayışın argodaki dışavurumudur.

    º Eski Türkçe’de gereç, donanım, alet, silah gibi anlamlarda kullanılan bu sözcükle yazılı olarak, önce Orhun Yazıtları’nda, sonra da Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat-ı Türk’ünde karşılaşılaşılmaktadır.
    Bu sözcüğün erkek cinsel organı (alet-i tenasül) anlamına geldiğine ilişkin yazılı ilk kayda ise, Şemseddin Sami Bey’in Kamus-i Türki’sinde rastlanılmaktadır.

    Sahiplenmeci Aklımızın, merakı sınırlamaya çalışmasının nedeni, tutucu bir yaşantının getirdiği rahatlığı bozmak istememesidir.
    Neyse ki, çocukça meraklarından ve buluculuklarından bir şey kaybetmemiş yeterince yetişkin var da, insan türü, yaşamını ve ilerleyişini sürdürebilmektedir.

    Oynaşma ve oynama, merakın türevleri olarak değerlendirilebilecek iki temel etkinliktir.
    Bu önermemizi, “ses merakı” örneğinden hareketle ayrıntılandırıp, açımlamaya çalışalım:
    “Vurarak ses çıkarma” merakı, insana en yakın maymun olan şempanzelerin hayatlarında önemli bir yer tutar.
    Şempanze yavruları, ayaklarını yere vurmak, ellerindekileri bir yere çalmak, el çırpmak gibi eylemlerin, ses çıkarma nitelikleri üzerinde uzun uzun deneyler yaparlar.
    Yetişkinler ise, bu yatkınlıklarını toplumsal “vurarak ses çıkarma oturumları”na dönüştürmüşlerdir.
    Bu hayvanlar birbiri arkasından ayaklarını yere vururlar, çığlık atarak dalları, yaprakları parçalarlar, ağaç gövdelerini ve içi boş kabukları davul gibi
    döverler.
    Bu cümbür cemaat gösteri yarım saat, bazen daha da uzun sürer.
    Bu gösterinin ne amaçla yapıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber, grup üyelerinin birbirlerini karşılıklı olarak coşturmaya-motive etmeye- yaradığını söyleyebiliriz.

    İnsan türü içinde vurmak-davul dövmek- en yaygın müzikal ifade tarzıdır.
    İnsan yavrusunda da, şempanzede olduğu gibi,
    ses merakı/araştırmaları çok erken çağda, bebeklik çağında başlar.
    Ancak, yetişkin şempanzelerin ritmik bir vuruştan
    öteye gidememesine karşılık, insan türü bu deneyleri, karmaşık, çok-ritimli bir biçime doğru geliştirmiş, sesin titreşimi, alçalıp yükselmesi gibi çeşitlemelere gitmiştir.
    Bu seslere, boş borulara üflemek ve metal parçaları birbirine sürtmek ya da kazımak suretiyle çıkarttığı sesleri de eklenmiştir.
    Şempanzelerin bağırıp çığlık atmaları ise, bizlerde şarkı biçimini almıştır. Karmaşık müzikal gösterilerimize gelince, küçük toplumsal gruplar için şempanzelerin davul çalma ve çığrışma
    “oturumları” ile aynı rolü oynadıklarını, aynı niteliği taşıdıklarını görüyoruz.
    Bazı kültürlerde, davul çalarak haber iletme
    istisnadır; müzik, genel olarak komünal bir “üyeleri aynı havaya sokma” ve “uyarlılık yaratma” için yapılagelmiştir.
    Öte yandan, araştırıcı ve bulucu yönü zamanla önemini ve gücünü arttırmış ve bu “temsili” görevlerinden arınarak, soyut
    estetik deney konusu haline gelmiştir.

    Dans da, müzik ve şarkıların çizgisini izlemiştir. Şempanzeler, davul vurma ayinlerinde belirli bazı sallanma ve zıplama hareketleri yaparlar ki, bunlarında tıpkı bizler için olduğu gibi “üyeleri aynı havaya sokma” amacına katkısı vardır.
    Daha sonra insan, müzik gibi dansı da estetik gösteriler biçiminde geliştirmiştir.

    Dansla birlikte gelişen bir diğer etkinlikte, jimnastiktir.
    Ritmik fizik gösteriler, gerek şempanze yavrularının
    oynaşılarında, gerekse insan yavrularının oyunlarında önemli bir yer tutar.
    Bu hareketler hemen stilize edilseler de, yapısal sınırları içerisinde hayli geniş bir çeşitleme imkânını beraberlerinde taşırlar.
    Şempanzelerin fiziksel oyunları gelişip olgunlaşmak yerine, yavaş yavaş ortadan silinir.
    Oysa biz yetişkinlik çağında, bu hareketleri, çeşitli jimnastik ve spor dallarında geliştirip daha karmaşık biçimlere getiririz.
    Bu hareketler de komünal “ayak uydurma” araçlarıdır, ama temelde fizik olanaklarımızı araştırmamızı sürdürmeye ve geliştirmeye aracılık ederler.

    Atalarımızın çıkardıkları boğuk sesleri ve çığlıkları, karmaşık bir sembolik konuşma haline getirmekle, oturup düşüncelerimizle “oynama” ve aslında öğretici olan söz dizilerini, bazı yeni amaçlar yolunda, estetik, deneysel oyuncaklar
    olarak kullanmaya başlamışızdır.

    Müzik, şarkı, dans, resim, heykel, jimnastik, spor, yazı v.b. gibi alanlardaki karmaşık deneme ve araştırmaları gönlümüzün dilediği gibi ve ömür boyunca sürdürmek elimizdedir.
    Ayrıntılı eğitimimiz sonucu, bu konuların bize sağladığı araştırma imkânına, gerek oyuncu, gerekse seyirci olarak tepki gösteririz.
    Eğer bu eylemlerin para ve mevki sahibi olmak gibi ikinci derecedeki niyet ya da amaçlarını bir yana bırakırsak, hepsinin, ya çocukluk çağındaki oynaşma ve/veya oynama biçimlerinin yetişkinlerin hayatına uzantısı ya da yetişkinlerin bilgi alışverişi, haberleşme sistemleri üzerine “oyun kuralları”nın uygulanması oldukları ortaya çıkar.

    Bu kuralları şöyle sıralayabiliriz;
    1. Bilinmeyeni bilinene dek inceleyeceksin.
    2. Bilineni, belirli bir ritim içerisinde tekrarlayacaksın.
    3. Bu tekrarlamayı, imkân dahilindeki bütün çeşitlerde deneyeceksin.
    4. Bu çeşitler arasında, en fazla tatmin edenleri seçecek ve diğerlerini bunları daha da geliştirmek uğrunda harcayacaksın.
    5. Bu çeşitlemeleri, birbiriyle tekrar birleştireceksin.
    6. Bütün bunları yapmış olmak için, yeni herhangi bir amaç uğruna değil, kendisi bir amaç olduğu için
    yapacaksın.

    Bu kurallar, bir uçtan diğerine, kumla oynayan çocuktan, senfoni hazırlayan besteciye kadar hepimiz için geçerlidir.

    Son kural özellikle önemlidir.
    Merakın yol açtığı araştırmacı davranış; beslenme, savaşma, çiftleşme ve diğer yaşamı sürdürme biçimleri üzerinde de rol oynar.
    Ama burada, bu eylemlerin başlangıç dönemleriyle sınırlı ve özel koşullara bağlı kalır.
    Hayvanların çoğu için de bundan ileri gitmez araştırma.
    Araştırmak için araştırmak söz konusu
    değildir onlar için.
    Oysa, memeli hayvanların üst kesiminde ve bizlerde diğer güdülerden ayrı ve kendine özgü bir nitelik
    kazanmıştır.
    Amaç, çevremizdeki dünya ve bu dünya ile olan ilişkimiz hakkında karmaşık ve ince bir bilinçlenmeyi hazırlamaktır.
    Bu bilinçlenme, basit yaşam sürdürme amaçlarının özel kavramları içerisinde değil, daha geniş bir anlamda gelişir.

    Bilimsel ve teknolojik gelişim daha çok temel yaşam sürdürme amaçlarının; savaşma/silahlar beslenme/tarım, yuva yapma/mimari ve konfor/tıp gibi özel metotlarıyla ilgilidir.
    Ancak, şunu da belirtelim ki, teknik gelişmeler zamanla daha iç içe, ayrılmaz bir bütün haline geldikçe “saf” araştırıcılık bilimsel alana da yayılmaktadır.
    Bilimsel araştırma-bu araştırma sözcüğü bile “oyun”un niteliğini ortaya çıkarmaktadır- yukarıda sözünü ettiğimiz oyun kurallarına uygun
    olarak sürdürülür.
    “Saf” araştırma söz konusu olduğunda, araştırmacı da tıpkı sanatçı gibi hayal gücünü kullanmak zorundadır.

    (2) OYUN DUYGUSUnu, insanın kendini oyundaki rolüne kaptırıp, bütün dünyevî sıkıntılardan arınması olarak tarif edebiliriz.
    Bu duygu insanı, katı gerçeklik âleminden alır, büyülü… bambaşka bir âleme götürür.
    Oyun duygusu, hem oynayanı, hem de oyunu izleyeni aynı derecede etkilediğinden, âyin ruhunun oluşmasını sağlar.
    Bu açıdan takımının final maçını izleyen bir taraftarla, ateş dansı yapan kişi arasında fark yoktur.
    İkisi de kendini rolüne kaptırmış, bütün dünyevî
    sıkıntılarından arınmıştır.

    Hepimiz oyun oynamayı severiz.
    Saatlerce oyunlar oynamaktan bıkmayız.
    Peki, insan gibi zeki bir yaratık, nasıl oluyor da, önkoşulları belirlenmiş yapay bir gerçeklikten haz duyabiliyor?
    Doğum ile ölüm arasına sıkışmış hayatın acımasız gerçekliği, yıkıcı doğa yasaları ve bilinmeyen karşısında duyulan çaresizlik, ancak masallar âleminin bilinciyle, sarhoş eden imgelerin simülasyonuyla, yani oyun duygusuyla katlanılabilir hale geliyor.
    Masal üretme eğilimi de bundan kaynaklanıyor.
    İnsan, korkuyu aşabilmek için masal uydurmaya başlıyor.
    Bu da korkunun, nasıl olup da kişiyi yaratıcı bir uydurmacıya dönüştürebildiğini açıklıyor.

    Gelin şimdi binlerce yıl önce yaşamış bir kabilenin bir ayinine gidelim.
    Ritüelde ateşin etrafında tepinen yüzleri maskeli oyuncular var.
    Maskelerle kendi destan kahramanlarını sembolize ediyorlar. Ritüelin başında kişiler sıradandır.

    Ancak, ayin devam ettikçe her biri kendini rolüne kaptırır ve canlandırdığı karaktere bürünür.
    Durum, izleyenler ve oyuncular için sembolik olmaktan çıkıp, duyumsal olarak gerçeklik hissine bürünür.
    Her bir oyuncu kendinden geçmiş, destan kahramanlarına dönüşmüştür.
    Destan kahramanlarıyla özdeşleşme, ölümlü dünyadan uzaklaşıp ölümsüz bir âlemde güçlü karakterlerle yaşamayı olanaklı kılar.

    Bilinmeyene duyulan merak ve bilinmeyeni araştırma tutkusu bir oyun duygusudur.
    Aslında oyun duygusu, yaşamın her yerinde vardır.
    Örneğin, bir bilim adamının araştırma yaparken duyduğu haz, tamamen bir oyun duygusudur.

    (3) OYUN sözcüğünü biçimsel olarak oy – (u) n diye ayrıştırabiliriz.
    Fiil kökü olan “oy-” zıplamak anlamına gelmektedir.
    “oy-” Yakutça’da “oynamak” anlamıyla, Tuba-Urenha Türkleri’nde “yükselme” anlamıyla kullanılmaktadır.
    Uygurca’da “oy: kamış, saz” anlamına gelirken, onun türevleri olan “oymag: oynamak” ve “oyug: oyun, çalgı, çalma, raks, müzik” anlamına gelmektedir.
    Türk Dili’nin tarihsel gelişimi izlenip, konuyla ilgili kaynaklar ve çeşitli ağızlar incelendiğinde, müzik ve hareketi birlikte kapsayan bir “oyun” kavramının, sözcük olarak doğuş kaynağını Şamanizm’den
    aldığı görülür.
    Zaman içinde anlam genişlemesine uğrayarak Şamanizm ile ilgili tören adaplarını ve âyinlerini de kapsar hale gelmiştir.
    Böylece bugün oyun sözcüğüyle tiyatro, dans ve türlü seyirlik oyunların ortak bir anlamla karşılanmış
    olması kolaylıkla açıklanmış olmaktadır.
    Çünkü Şaman âyinleri, danslarla çeşitlendirilmiş olmaktan öteye, ayrıca iyilik melekleri ve kötülük melekleri çatışması, akla-karanın mücadelesi vb. gibi soyut kavramların çeşitli maskeler giymiş
    kişilerce canlandırılması şeklinde, tiyatro ve seyirlik oyun özeliği taşıyan oyunları da kapsamaktadır. Öte yandan oyun, gönüllülük esasına dayalı, kendiliğinden yapılan, mutluluk veren, geliştiren, eğlendiren ve menfaat gâyesi gütmeyen bir
    etkinliktir.
    Günümüzde oyun sözcüğü, halk oyunları, çocuk oyunları, tiyatro, spor vb. gibi etkinliklerin tümünü ifade eder duruma gelmiştir.

    (4) Bütün hayvanlar-ki bir canlı olarak, insan da hayvanlar aleminin bir üyesidir.- oynaşır.
    Oyun ise, sadece insana özgü bir etkinliktir.
    İnsan, hem çocuklukta, hem gençlikte, hem de erişkinlikte oyunlar oynar.
    Oyunlar, git gide çeşitlenen ve karmaşıklaşan bir süreç izler.
    İnsanın oynadığını, hayvanın ise oynaştığını kanıtlamanın, test etmenin çok kolay bir yolu vardır.
    Bu test, oyuncağıyla ve/veya oyun arkadaşıyla oynayan/oynaşan yavrulara, yiyecek teklif edilerek
    yapılabilir.
    Aç bir hayvan yavrusu, yiyeceği hele hele sevdiği bir yiyeceği gördüğü an etkinliğini sonlandırırken, en sevdiği yiyecek ısrarla teklif de edilse-ne kadar aç olursa olsun- insan yavrusu, yani çocuk etkinliğine ara vermez, etkinliğini sonlandırmaz.
    Bu nedenle, hayvan yavrularının oynaştığı, insan yavrularının, yani çocukların da oynadığı sonucuna
    kolayca varılabilir.
    Özetle oyun, hayvanlıktan kopan insanı insanlaştırmıştır.
    Bütün memeliler ve özellikle yavruları, pek çok kuş türü ve bazı balıkların gösterdiği davranışlar her ne kadar ‘oyun’ olarak adlandırılsa da oyun değil, oynaşmadır.

    Hayvanlarda oynaşma, gerçek bağlamların dışında geçekleşmekle birlikte, bu etkinliklerin amacı fiziksel, bilişsel, sosyal davranış ve ilişkiler için alıştırma yapmak, bunları geliştirmek ve sürekliliğini sağlamaktır.
    Yani oynaşma, hayatın daha sonraki safhalarına hazırlık için yapılan etkinlikleri kapsamaktadır.
    İnsanlar da tıpkı hayvanlar gibi çocuklukta, gençlikte
    ve erişkinlikte oynaşırlar.
    Bu bağlamda, hayvanlar gibi, insanların da çevresindeki objelerle-oyun partneri ve
    oyuncaklarla- ilişkisini yarar aralığı fenomeni belirler.
    Yani çevrede ilişkiye girilen objeler, ya gerçekten ya da temsili olarak besindir, barınaktır; soyunu devam ettirecek eştir, annedir, babadır, yavrudur, dosttur, düşmandır.
    Hayatın, daha sonraki aşamalarına hazırlık için, oynaştığı oyuncağı mahsusçuktan besini, barınağı, silahıdır.
    Oyun partneri-kardeşi, annesi, babası, arkadaşı- mahsusçuktan düşmanı, avı, eşi, dostudur.
    Bunlar oynaşma ile oynama etkinliğinin ortak
    elemanıdır.
    Ancak, oynaşma etkinliğine konu nesneler, hem gerçek hayatta pragmatik anlamda işlevler taşır, hem de zararsızdır.
    Oysa sadece ve sadece oynama etkinliğinde ilişkiye girilen bazı objeler, yararsız ve/veya zararlı olabilir. Bu türden oyuncakların-oyun araç gereçlerinin- ortak noktası, pragmatik anlamda hiçbir ihtiyacın karşılamasına yönelik olmayışıdır.
    Ateş, ateşin saçtığı kıvılcım ve alev yakar.
    Dalga boğar.
    Bu bağlamda, kaotik fenomenlerle uyum sağlamayı
    gerektiren, ateşbazlık ve dalga sörfçülüğü pragmatik anlamda tamamen anlamsız, “mantıksız” etkinliklerdir.
    Kaotik fenomenlerle uyum sağlamayı gerektiren bu tür etkinlikler, hayvanın hiçbir işine yaramaz.
    Yani bir hayvan için bu tür bir etkinlikte bulunmak söz konusu dahi edilemez.

    (5) Erişkin, doğru yola erişen anlamına gelen râşid kelimesinin, titreme anlamına gelen râşet ve râşe kelimesiyle aynı kökten türemiş olması rastlantı olmasa gerek.
    Bu bağlamda insanın-bilhassa çocuğun- en sevdiği yiyecek bile olsa karnını doyurma yerine, oyunu sürdürmesi, hayvan yavrusunun ise, yiyeceği gördüğü an “oynaşma”sına son vermesi; öte
    yandan hiçbir hayvanî “oynaşma”da titreme figürüne rastlanmazken, başta “horon” olmak üzere halk oyunlarının çoğunda “titreme”nin başat figür olması; ayrıca ani ısı düşüşleri karşısında bebeklerde titreme gerçekleşmediği için ani ölümlere
    rastlanması, yani titremenin bebeklik çağından sonra gelişmesi; ritmin melekesinin kökeninin, titreme olduğunun ve bu kökenin kalıtımsal olmadığının göstergeleri sayılabilir.

    Öte yandan Bilge Kağan’ın söylediği ileri sürülen “…Çinlilerin kıyafetlerini benimsedin, Çinli ismi aldın, özünü kaybettin. Ey Türk titre ve kendine dön!…” şeklindeki sözleri, ritim melekesinin titreme kökenli olduğunun bir başka işareti sayabiliriz.

    (6) “İnsanın ateşle ilk ilişkisinin nasıl başladığı” sorusu, ihmal edilmiş, basit ama zor bir soru… üzerinde derinlemesine düşünülmemiş ve henüz tam olarak keşfedilememiş bir sırdır.
    Bu konuda-mantık yürüterek bulunmuş,
    tamamen soyutlamaya dayalı somut kanıtlardan yoksun bir cevap olacak ama-, düşündüklerimizi aktarmanın tam yeri burası.
    Mutlaka, ateş ve saçtığı kıvılcımlar, alevler, hem hayvanların, hem de insanların ilgisini çekmiştir.
    Ama ateşin yaktığını tecrübe edipte sağ kalabilen her hayvan, ondan uzaklaşmayı, ona yaklaşmamayı yeğlemişken, insanın ona yaklaşıp, onunla yakın ilişkiye girmesini nasıl açıklayabiliriz?
    Ya da şöyle soralım: Ateş nasıl keşfedildi?
    İlk insan, ateşi, ısınmak, aydınlanmak, yemeğini pişirmek, vahşi hayvanlardan korunmak, onları korkutup, kaçırabilmek için mi buldu?

    Bence bu sorunun kesin cevabı:
    Hayır.
    Çünkü ateş, ateşin saçtığı kıvılcım ve alev yakar.
    Öyleyse, ateşi keşfeden ilk insan, ateşin faydalı özelliklerini düşünerek ateşi keşfetmiş olamaz.
    Onun ateşle ilişkiye girerken bir tek amacı olsa gerektir.
    Oynamak!
    Evet, ateş bir oyuncak olarak doğmuştur.
    İnsan ateşle oynamayı başarmıştır.
    Su gibi, kum gibi, kil gibi doğal bir oyun malzemesi olan ateş de bir oyuncaktır.
    Ama ateş, çocuk oyuncağı değildir.
    Çünkü çocuğun, ritim melekesi yeterince gelişmemiştir.
    Öte yandan çocuk oyunları ve sörf yapmak-yani devasa kaotik dalgalarla oynamak- gibi, ateşle
    oynamak da, sonuç gözetmeyen saf bir etkinliktir.
    Yıllar sonra bu oyuncağın, ısıtma, aydınlatma, pişirme gibi güçleri keşfedilmiş olsa gerektir.
    İnsanın, hayvandan farklı olarak, canlılar için zararlı ve/veya faydasız olan ateşi, kendi oyun kurgusu içinde oyuncak haline getirerek insanlaşma yolunda en büyük adımı atmış olduğunu söyleyebiliriz.
    Daha düne kadar fener alaylarında ve köylerimizde komşu ziyaretlerine giderken aydınlatma amacıyla kullanılan, ucu alevli bir sopa(uzun dal veya değnek) olan meşâlenin Olimpiyat Oyunlarının sembolü olmasını, insanın ateşle ilk ilişkisinin oyun dayalı
    olduğunun kanıt ve göstergelerinden biri sayabiliriz.

    (7) Bu hususta, ‘Alan Yayıncılık’ tarafından Ocak 1998’de “Kaos ve Düzen–Sırat Köprüsündeki Hayat” adıyla Veysel Atayman tarafından Türkçeleştirilen Friedrich Cramer’in 1993 yılında yayınlanan “Chaos und Ordnung-Die komplexe Struktur des Lebnendigen” adlı eserinden yapacağımız aşağıdaki alıntılar, kaostan da yararlanılabileceği
    konusuna açıklık getiren, beklide literatürdeki tek Türkçe-çeviride olsa- değini olsa gerek.
    Lewis Caroll’un “Harikalar Diyarında” yaşattığı “Alice” ile 18.yüzyılın ünlü Alman düşünürü Georg Christoph Lichtenberg’e yaptırdığı hayali söyleşi,
    hem oyun ile oynaşma arasındaki farkın, hem de kaosun yarar getirebileceğinin anlaşılmasını sağlayan güzel bir metin.

    Kaostan Sağlanan Yarar

    Alice ile Georg Christoph Lichtenberg arasında ‘yanlış’ın ve ‘doğru’nun ne olduğuna ilişkin konuşma, tartışmacılar konuşma sırasında saçmanın enformatif (bilgilendirici) olabileceği ve kaosun yarar getirebileceğini ve yeterli süre direnebilinirse, eninde sonunda bir yere ulaşılabileceğini saptıyorlar.

    Alice – Sayın profesör, “yanlış” [(*)Burada “yanlış”; doğru olmayan sahte, hakiki olmayan kavramları ile oynana bir düşünce oyunu söz konusu. “Alice Harikalar Diyarında” diyoloğunun dayanağını oluşturuyor.] bir çorba-kaplumbağasının” ne olduğunu açıklayabilir misiniz?
    Geçenlerde bir çorba kaplumbağasına rastladım, gülünç şeyler söyledi. Hani “yanlış bir kaplumbağanın ne olduğunu açıklayabilir misiniz acaba?

    Lichtenberg – Burada doğru ne demek oluyor ki Alice? “yanlış bir çorba kaplumbağasının doğru olabilmesi mümkün mü zaten?
    “Doğru” (ya da hakiki-gerçek) kavramının bizim düşüncemizin gerçekliği olduğu izleniminden hiç kurtulamıyorum.
    Ama şu kadarını belirtmek isterim: Bu konuda bir
    şeyler yazmaya kalksaydı dünya beni deli yerine koyardı; ben de bu yüzden susmayı yeğledim.
    Ayrıca masamın üzerindeki lekeler kemanda çalınmaya ne kadar elverişliyseler “doğru” (hakiki-gerçek) kavramı da üzerinde konuşulmaya o kadar elverişlidir; ama gene de ara sıra kimi araştırmacının ya da sanatçının masa üzerindeki lekelerden esinlendiği olmuştur.
    Bu lekelere bakarken insanın aklına bir Samanyolu dolusu fikir gelebilir. Saçmalık, hiç de saçma olmayabilir.
    “Yanlış” (sahte) çorba kaplumbağası elbette saçmalıktır.
    Kaplumbağalar vardır; kaplumbağa çorbası vardır ve elbet yanlış (sahte-hakiki olmayan) kaplumbağa çorbası da vardır, ama bunlar vardır diye ille de yanlış (sahte-hakiki olmayan) çorba kaplumbağası da var olmak zorunda değildir.
    Bir düşün Alice!

    Alice – Ama ben yanlış (sahte-hakiki olmayan) çorba kaplumbağasına kısa süre önce harikalar diyarında rastladım sayın profesör.
    Bir zamanlar hakiki gerçek bir kaplumbağa olduğu için öyle bir ağlıyordu ki.
    Okula bile gitmişti.
    Deniz okuluna Fransızca, güzel kurdelalamak; doğru-sürgülemek, dil-böğürtleni (..) ya da kremalı ve kremasız çilek bilgisi.
    Sonra eziyet-etme, canı-çıkma, (…) ve kesirli-gülme ve Beni-mat-etti gibi dersleri varmış. –öyle dedi.

    Lichtenberg – Tanrım, ne biçim bir dil kaosu bu.
    Şu senin kaplumbağa, matematik korkusundan kerat cetvelini de koruyucu meleği olarak
    seçerdi herhalde.
    Elbette gerçek kaplumbağa olmayan bir kaplumbağa ister istemez sahte (yanlış) ifadelere başvuracaktır.
    Türe-özgülük ilişkisidir bu bir
    bakıma.
    Ama belki de kaos, öle sanıldığı gibi kuralsız değildir.
    Kaosun içinden mantıklı, akla yatkın; -hayır, ne diyorum ben- akla yatkın değil de, tamamen yeni bir şey doğabilir.
    Gerçekte şu senin kaplumbağa hanım o dil salatası sayesinde doğru sözcüklerle söyleyebileceğinden daha fazlasını söylüyor.
    Şu “Beni-Mat-Etti” dersini alalım.
    Biraz düşünür düşünmez, bu sahte sözcüğün “matematik” ile bağlantılı olduğunu ve kaplumbağanın aslında matematiği kastettiğini hemen anlıyoruz.
    Yani aslında iletilmek istenen bilgi (enformasyon) kusursuz aktarılmış oluyor. “Beni-Mat-Etti” sözcüğüyle.

    Ama matematik yerine bu sözcüğü kullanınca bu kaotik durum bize şu aptal yaratığın güzel matematik dersinden duyduğu gereksiz, anlamsız korkuyu, bu korkuya bağlı ruh durumunu da yansıtıyor.
    Şaşırtıcı, gerçekten şaşırtıcı¸kaos aracılığıyla, dilde yaratılan kaosla, mevcut sözcüklerin içeriğine ek
    anlamsal boyutların katılışı; aynı sözcüğe fazladan bir ileti-düzleminin eklenişi, (dil-sözcük) sisteminin genişletilmesi; inanılmaz bir şey.
    Belki bir köpeğin de uykuya dalmadan önce ya da sarhoş bir filin bir felsefe doktoruna yakışır fikirleri vardır.
    (Tıpkı bu kaplumbağa gibi!) Her ne halse; şu senin çorba kaplumbağası gene de zihinsel bir dil kargaşası içinde.
    2 kere 2 eşittir 5 diyebiliriz; en azından böyle bir cümle kurmamıza kimsenin bir diyeceği olamaz; ama 2 kere 2 eşittir 5’i nasıl düşünebiliriz?
    Sık sık, (bu türden) yanlışlıkların dilde de ifade edilmelerini önleyen bir dilin varolmasını ya da en
    azından hakikate/doğruya aykırı her önermenin, her parçanın dilbilgisel düzlemde dile de yansıyabileceği bir dilin olabilmesini istediğim oluyor.
    Gerçi böyle bir durum aslında çok üzücü sonuçlar verirdi; sözgelimi sen ve çorba kaplumbağası heyecanlı heyecanlı konuşmuşsunuz; oysa böyle bir dilde öyle bir konuşma yapmanız olanaksız olurdu; sus pus kalırdınız, ya da ille de konuşmakta ısrar edince de, ortalık dilbilgisi yanlışlığından geçilmez olurdu.

    Dolayısıyla, saçmalık da konuşsanız, bu durum, sözünü ettiğimiz saçmalığa müsaade etmeye her saçmalığı hemen dilbilgisine yansıtan dille
    boğuşmaktan iyidir.
    Belki de bu saçmalık aslında bir tür “çok yüksek düzeyde” bir abesle iştigaldir, kim bilir?

    Alice – Çok haklısınız bay profesör.
    En delice şeyden bile bir anlam bulup çıkartabiliyorsunuz.
    Hayatınızda hiç manasız davrandığınız, saçmaladığınız olmuyor mu?
    Sırf gırgır olsun diye, eğlenmek için?

    Lichtenberg – Ah evladım; beni iyice kederlendirdin şimdi, şunu dinle bir: 9 Şubat’ı 10’a bağlayan gece, yolculuk sırasında bir handa yemek yediğimi gördüm rüyamda, aslıda yol kenarındaki bir kulübeydi burası ve içeride zarla bir oyun oynanıyordu.
    Karşımda genç, iyi giyimli, biraz uçuk, tuhaf bir adam oturmuş, çevresindekilere aldırış etmeden çorbasından yudumluyor; ama her defasında 2. ya da üçüncü kaşığın içeriğini havaya fırlatıyor, sonra aynen kaşığıyla gene havada karşılayıp sakin sakin
    yudumluyordu.
    Bu rüyada bana çok tuhaf gelen yan; böyle olayları insanın kafadan uyduramayacağını; herhangi bir şekilde tasarlayamayacağını düşünmemdi.
    İnsan böyle şeyler görebilir ancak, demiştim kendi-kendime, yoksa düşünerek bulamaz.
    (Gerçekten de hiçbir romancının bu kadar acayip bir şey kolay kolay aklının köşesinden geçmez, ama ben rüya anında uydurmuştum böyle bir olay)
    Zar oyunun oynandığı masada ise uzun, cılız bir kadın oturmuş örgü örüyordu.
    Oyundan ne gibi bir kazanç elde edebileceğini sordum.
    ”Hiç” dedi.
    “Peki oyunda kaybetmek mümkün mü?” diye sorduğumda da, “Hayır!” diye cevap verdi.
    Böyle bir oyun benim için çok önemli bir oyundu (sırf oyun için oynan bir oyun).

    Alice – Şu çorbasını havaya atıp tekrar kaşığıyla yakalayan adam oldukça eğlendirici bir şey de, ama adamın pek akıllı olmadığı da ortada.

    Ama, kimsenin bir şey kazanıp kaybetmediği bir oyun?
    Bunun önemli ya da iyi bir oyun olduğunu nasıl söyleyebiliriz ki?

    Lichtenberg – Hiçbir oyunun anlamı kazanmak ya da kaybetmek üzerine kurulu değildir, Alice.
    Böyle düşünüyorsan bunu son derece bencilce bulduğumu söyleyebilirim.
    Her oyunun anlamı, sadece ve sadece oyundur.
    Yani şu düz bir çizgi izleyen dünyamıza (tıpkı oyundaki gibi) rastlantıyı, şu eğlendirici öğeyi, kendi bildiğinden şaşmayan, dikkafalı, istediği gibi düşen zarı, yani kaosu dahil etmektir.
    Kaos olmaksızın yeni hiçbir şey doğamaz, ortaya çıkamaz.
    Yeni olan her şey, düz çizgiden, doğrusallıktan sapma demektir.

    Alice – Düz çizgiden, doğrusallıktan sapmak, eğrilik?
    Yani üzerine cetvel koyamayız mı demek bu?

    Lichtenberg – Aşağı yukarı.
    Cetvel koyamayacağımız gibi, eğri cetveli de bir işe yaramaz.
    Bu çizginin içinde eğrilikler, kırıklıklar, çatlaklıklar
    doludur.
    Örneğin düşünme, hayal gücünü işletme olayında olduğu gibi.
    Ama bir ağacın ya da çiçeğin büyümesi olayında da geçerlidir bu söylediğim.

    Sadece idealize edilmiş (soyutlanmış) süreç ve olaylar dümdüz bir çizgi izleyen, doğrusal süreç ve olaylardır; gerçekliğin kendisi doğrusal değildir,
    sıçramalara, kaymalara, yer değiştirmelere açıktır.(Herhangi bir amaca dönük olmayan gelişmelerdir bunlar.)
    Çılgın bir şey değil mi?

    Alice – Bu durumda en delice, en kaçkın şeyin bile bir anlamı olabilir.
    (…) Neyse, artık gitmem gerekiyor, sayın profesör, yoluma nasıl devam etmem gerekir lütfen söyler misiniz?

    Lichtenberg – Bu, büyük ölçüde nereye gitmek istediğine bağlı.

    Alice – Nereye gideceğim benim için pek fark etmez aslında.

    Lichtenberg – O zaman, yoluna nasıl devam edeceğin de fark etmez.

    Alice – Bir yerlere varabileyim yeter.

    Lichtenberg – Gerektiği kadar yoluna devam edersen sonunda muhakkak bir yere varırsın.[(*) Buradaki amaçsız oyun, rastlantılar, zor,
    hedefsiz yolculuk vb. göstergelerin evrimin gelişme modeline işaret ettikleri belli oluyor.]

    (8) Özgür Aklımızın kaynağı oyundur.
    Çünkü oyun keyfe kederdir.
    Oyundan alınan haz arttıkça, oyun gereklilik
    haline gelmektedir.
    Oyun her an ertelenebilir veya iptal edilebilir.
    Oyun bir görev değildir.
    “Boş zaman” içinde gerçekleştirilmektedir.
    Oyun serbestliktir, oyun özgürlüktür.
    Oyun, Sahiplenmeci Aklımızın belirlediği, “gündelik” veya “asıl” hayattan başkadır.
    Oyun, Sahiplenmeci Aklımızca belirlenen hayattan kaçarak, kendine özgü eğilimleri olan geçici
    bir faaliyet alanına girme bahanesi sunar.
    Oyunun en gelişmiş biçimlerinin içi, insanın algılama yeteneğinin en soylu unsurlarını meydana getiren ritim ve armoni ile doludur.
    Oyun ile güzellik arasında çok sayıda ve sağlam bağlar vardır.

    Her oyun, her şeyden önce gönüllü bir eylemdir.
    Oyun, sadece bu özgürlük karakteriyle bile doğal evrim sürecini aşmaktadır.

    “Homo Ludens OYUNUN TOPLUMSAL İŞLEVİ ÜZERĐNE BİR DENEME” adlı eserinde, oyun
    fenomenini teferruatlı olarak inceleyen Johan Huizinga’ya göre oyun; herkes tarafından gözlenebilir bir olgu olarak, aynı anda hem hayvanlar âlemini, hem de insanlar âlemini kapsamaktadır.
    Johan Huizinga’nın, oyunun sadece insana özgü
    olduğunu görememesinin sebebi; oyun ile oynaşı, oynama ile oynaşmayı, bu iki olguyu birbirine karıştırmasından kaynaklanmaktadır.

    Sözünü ettiğimiz eserinin satır aralarında, oyun ile oynaş arasındaki nüansı sezinlediği anlaşılan
    Johan Huizinga söz konusu eserin 26. sayfasında;
    “(…)(Oyun) Tamamen biyolojik olan, beslenme, üreme ve türün korunması mekanizmasından daha yüksek bir alanda yer almaktadır. Bu yargı, oyunların hayvan aleminde, çiftleşme dönemlerinde çok büyük bir role sahip olmaları olgusuyla açık bir çelişki içindedir. Fakat kuşların ötüşlerine, danslarına, kurumlanmalarına, tıpkı insan oyununda olduğu gibi, tamamen biyolojik alanın dışında bir yer tanımak acaba saçma mıdır?(…)” diye sormuş, ancak, ne yazık ki bu soruyu doğru olarak yanıtlayamamıştır.

    (9) Oyuncak, “çocuk oyuncağı” nitelemesiyle hep küçümsemiştir Sahiplenmeci Aklımızca.
    Oysa oyuncak, zekâyı, duyuları ve duyguları uyaran, oynayanın hayal gücünü ve yaratıcılığı geliştiren, bedensel, ruhsal ve sosyal gelişimi destekleyen en değerli araç gereçleridir.
    İnsanın ürettiği her şey, oyuncak dünyasında da bir yer bulmuştur.
    Oyuncak insanlardaki keşfetme ve serüven duygusunu besler.
    Çünkü oyuncak, bilimin bir adım önünde olmuştur hep.
    İnsan aya gitmeden önce bunun düşünü kurmuş, oyuncağını yapmıştır.
    Oyuncağı, oyun oynanırken kullanılan tüm malzemelerdir şeklinde tanımlamak mümkündür.
    Oyuncak ve oyun materyallerinin temel işlevi, oyunu yönlendirme ve doğrudan oyunun kendisini oluşturmaktadır.
    Oyun, insanlığın gelişim sürecinde ne kadar önemliyse, aynı şekilde oyuncak da çok önemlidir.

    Oyuncağın tarihi, insanlık tarihi ile aynı zamanda başlar. İlk çağda mağara duvarlarına resimler çizerken kullanılan taşlar, bugünkü boya kalemlerinin ataları olarak oyuncak sayılmaktadır. M.Ö. 5. yüzyılda Mısırlı çocukların tahta atlarla
    oynadıklarına dair arkeolojik bilgiler edinilmiş, yine Mısır’da yapılan arkeoloji çalışmalar neticesinde M.Ö. 2. yüzyılda kullanıldığı sanılan topaç, misketler ve aynı dönemlere ait Firavun mezarlarında oyuncak bebekler bulunmuştur.
    Eski Helen, Roma ve Çin’de de kilden yapılıp fırınlanmış, hareketli kol bacakları olan bebekler yapıldığı bilinmektedir.
    Seri olarak üretilen ilk tahta bebekler ise 1700’lerin Almanya’sına aittir.
    Türk tarihinde satılmak üzere yapılan oyuncaklar ise, Osmanlı döneminde ortaya çıkıyor.
    Eyüp’te hayvan bağırsağından yapılmış balonlar, tahta topaçlar, çemberler, tefler, toprak düdükler satıldığı da bilinmektedir.
    Oyuncak, hem oyunun ayrılmaz parçası, hem de oyunu sağlayan nesnedir.

    Topaç, bebek, çember, araba, bilye v.b. gibi. Çocuk, bebekliğinden itibaren, oyuncaklarla oynayarak dünyayı anlamlandırır ve eğlenir.
    Esas olarak da, kendi hayal dünyalarını geliştirmek için, kendi oyuncaklarını bulur veya imal ederler.
    En basit oyuncak, taş ve sopadır.
    Üçtaş beştaş veya dokuztaş yahut kaydırak oyunu için, her yerde taş bulunabilir.
    Sopa denilen basit bir ağaç dalı, çocuğun hayal gücünde at, araba v.b. işlere yarar.
    Bir ağaç dalından yapılan sapan tabii bir oyuncaktır.

    Bir ip, ip atlama ve çekişme oyunu için de kullanılır. Ancak 20-21. yüzyıllarda teknolojik dijital oyuncaklar, bütün bu doğal oyun ve oyuncakları ikinci plana atmış, bunun neticesinde çocuğu, doğadan ve ritim melekesinin temelini oluşturan
    davranışsal kökenden koparmaya başlamıştır.

    (10) Türkçe ÖZGÜR sözcüğü, ÖZ ve GÜR köklerinin bir araya getirilmesiyle kurulmuş, türetilmiş bir kavram.
    Bu bağlamda özgürlüğü; özün(usun) gürbüzleşip, güzelleşmesinin, yani aklımızın sağlıklı gelişmesinin, güzelleşerek güçlenmesinin yolu olarak tanımlamak mümkündür.
    İnsanî olanaklarını gerçekleştirme gücü olmayan kölenin de, sahibin de özü hastalıklıdır, sakatlanmıştır.
    İnsan gelişmezse yabancılaşır.
    İnsanın yabancılaşması, kendi özüne(aklına)… insanın insan olmasına ters düşmesi demektir; bu, insanın olanaklarını gerçekleştirememesi, gerçeğe dönüştürememesi demektir.

    Sahip olduğunu sanan insan, sahip olma duygusunun kölesi oluyor.
    Sahiplenme duygusu, İnsanın Aklını(Özünü) sınırlıyor, engelliyor.
    Engellenen öz gürleşemiyor, gürbüzleşemiyor, sonuçta mâlik olduğunu sanarak, mülkiyet hissinin memlûku durumuna düşüyor.
    Başka bir deyişle, Sahiplenmeci Aklımızın tuzağına düştükçe, özgürlüğümüzü yitiriyor, sahiplendiğimiz nesnelerin ve/veya nesneleştirdiğimiz olguların kölesi oluyoruz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.