Yemek İşi

, 21 Eylül 2017

“We’ll change the world more dramatically than any company possibly in history has ever done it.”

“Dünyayı tarihte muhtemelen herhangi bir şirketin yaptığından daha heyecan verici /dramatik bir şekilde değiştireceğiz.”

“Dünyayı değiştirmek” ya da “Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek” bu ve benzeri tabirlerin alaya alınışını Silikon Vadisi isimli komedi dizisini seyredenler hatırlayacaklardır. Ancak yukarıdaki sözlerin sahibi Pat Brown, 6 yıl önce kurduğu şirket için bunu söylerken arkası sağlam bir biçimde söylüyor. Geçtiğimiz aylarda 75 Milyon USD’lik bir yatırım alan “Impossible Foods” şirketi basit bir biçimde bitkisel menşeili et muadili üretme hedefi ile kurulmuş. Bu yatırımı Bill Gates, Li Ka-shing gibi önemli yatırımcılardan ve Horizon Ventures, Google Ventures, Khosla Ventures gibi önemli fonlardan toplamış durumda.

Impossible Foods aldığı bu yatırımlarla hem maddi olarak belirli bir güç sağlamakta hem de şirketin imajı ve profili oldukça yükselmekte, bir de bunun yanına özellikle hayvancılığın küresel ısınma sorununun ikinci nedeni olduğu verisini eklersek, girişim başarılı hale geldiğinde gerçekten dünyayı hiç bir şirketin yapamadığı gibi dramatik bir biçimde dönüştürme potansiyeline sahip olduğu öngörülebilir.

Tersten başlarsak özellikle büyükbaş hayvancılık nedeniyle üretilen metan gazının atmosferi bozduğuna dair veriler yaklaşık 10 yıldır yaygın bir biçimde kullanılıyor. Bu verilerin ortaya çıkışı ise 20 Kasım 2006 tarihli bir BM raporuna dayanıyor. Bu raporda hayvancılığın, sera gazlarının oluşumunda ulaşımdan da daha fazla derecede etkili olduğu belirtiliyordu. O günden bugüne, bu alandaki konuşmacıların ilgi çekici olarak kullandıkları argümanlardan birisi de “ineklerin ozonu delmesi” oldu. Bu konuda bu araştırmanın yanlış yapıldığı, hayvancılığın endüstrileşirken yapılan yanlışlar nedeniyle ineklerin böyle bir etkisi oluştuğunu söyleyen araştırmalar ya da yorumlar da mevcut. Buna rağmen post-truth egemenliğindeki dünyamızda, araştırma düzgün yapılsa da yapılmasa da, sera gazı etkisinin ikincil nedeninin inekler olduğu varsayımı kısa vadede değişmeyecek gibi gözüküyor. Bu da Impossible Foods gibi bir girişimin yelkenlerini dolduran bir etken.

Impossible Foods ne yapıyor sorusunun cevabı ise biraz karmaşık. Soya bitkisi ve genetik mühendisliği ile geliştirilmiş bir maya karışımı yaptıklarını söyleyebiliriz. Hedefleri ise tabi ki gerçek eti birebir ikame edecek bir ürün ortaya koymak. Bu nedenle tersine mühendislik olarak bildiğimiz yaklaşımı kullanıyorlar. Etin tadını veren şeyin heme adıverilen hemoglobin ya da myoglobin olduğunu düşünen Impossible Foods, bunu soyadan üretmeyi başarmış. Ancak bu üretim için çok fazla miktarda soya gerektiği için, bu bileşenin genetik kodunu oluşturup, bir maya içerisinde bunu üretmişler. Bu bir kıyma üretmek için atılan ilk adım olmuş. Ete tadını veren sadece heme değil tabi ki, bir çok bileşen ve aromaya sahip olan etin bu diğer bileşenlerini analiz etmek için ise gerçek etin pişirilip, içindeki aromaların izlerini çıkarmayı sağlayan bir yöntem kullanmışlar. Bu şekilde gerçek et tadına ulaşacaklarını düşünüyorlar. Son olarak da gerçek et ile ayrıştırılmayacak bir doku üretmeleri gerekiyor. Etteki proteinler ile benzer özellikteki bitkisel proteinleri araştırarak, gerekli genetik dokunuşlarla buna ulaşıyorlar. Tüm bu çalışmalardan sonra ortaya çıkan hamburger köftesi, şu anda belirli restoranlarda Impossible Burger ismi ile satışa sunulmuş durumda. Aylık üretimleri 60 ton civarında olan Impossible Foods bunu 200 tona kadar büyütmek istiyor.

Federal hükümetin yapay olarak üretilen bu et muadiline olan bakışı ise iki arada bir derede kalmış gibi. Impossible Foods şirketi bu konuda, genetik olarak ürettikleri heme’nin zaten doğada var olanın replikası olduğu ve bu yüzden özel bir sınıflandırmaya tabi tutulmamaları gerektiği üzerinde duruyor. FDA(Food and Drug Administration) ile olan tüm ilişkilerini de bu varsayım üzerinden kuruyorlar. Bunu da şeffaflık ve bilgi paylaşımı adına gönüllü yaptıklarının altını çiziyorlar. Bu noktada ürünün satışının yapıldığını söyleyebiliriz ancak hala bu konudaki tartışmalar sürüyor.

FDA’in bir kaç yıl önceki bir diğer onayı ise genetik olarak değiştirilmiş somon balığı için verilmişti. Hatta bu konuyu eleştirenler ona ünlü eserden yola çıkarak “Frankenfish” adını takmışlardı. FDA AquaBounty isimli şirket tarafından üretilen bu balık için özel bir etiket ihtiyacı gerekmediğini söylemişti. Bazı ünlü zincirler bu ürünü satmayacaklarını açıklasalar da, sıradan bir somondan görünüş bakımından bir farkı olmayan bu balığın satıldığı yerlerde özel bir etiket olmadığı için tüketici tarafından ayırt edilmesi imkansız hale gelmektedir.

Bu gibi girişimlerin yelkenlerini şişiren bir diğer unsur ise dünya nüfusunun giderek kalabalıklaşması. 9 milyar insan üzerine projeksiyonlar yapılırken, barınma ve beslenme ihtiyaçları birincil olarak düşünülüyor. Özellikle tarım ve hayvancılığa ayrılan sahaların genişliği, nüfus artışını kaldırabilmekte kullanılabilecek bir unsur gibi görülebiliyor. Bu sahaların bize verdiğinin ikamesi de yine genetik olarak geliştirilmiş ürünler ile olacak gibi gözüküyor. Maya ile birleştirilmiş sürekli kendi kendine büyüyen, gelişen gıda ürünleri, bitki bazlı ya da 3 boyutlu yazıcıda basılan et ürünleri gibi farklı beslenme alternatiflerinin de dünyamıza gireceğini görebiliyoruz.

Bu noktada nesiller sonra çıkabilecek rahatsızlıkların, sorunların ya da eksikliklerin şimdiden tespiti olamayacağı için, şu anda yapılan testlerin başarısı, gelecekte oluşabilecek potansiyel olumsuzlukların giderildiği anlamına gelmiyor. Örneğin bir protein ile genetik olarak oluşturulmuş bir protein birbirlerini ikame etmelerine rağmen, aynı amino asit dizilimine sahip olmadıktan sonra birbirlerinden farklı olacakları gibi, oluşturacakları etki de olumlu ya da olumsuz bir biçimde farklı olacaktır.

Genetik olarak değiştirilmiş ve yetiştirilen hayvanların bir diğer sorunlu tarafı ise, herhangi bir sebeple doğaya karıştıklarında doğanın dengesini bozma açısından oldukça etkili olma  ihtimalleridir. Daha hızlı büyüyen bir hayvan, beslenme dengesini kendi lehine bozacakken, daha ağırlaşan bir hayvan ise bu dengeyi kendi aleyhine bozabilir. Bu gibi durumların besin zincirinde, zincirleme reaksiyon oluşturdukları bir çok örnekte görülmüştür. Bu nedenle AquaBounty’nin yetiştirdiği somonlar için Panama’da dağlardaki ve Kanada’da bir başka noktadaki yetiştirme tanklarına izin verilerek, herhangi bir balığın kaçarak doğaya karışma ihtimali ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.

Gıda alanındaki bu gelişmeler geleceğin sadece elektronik ya da bilişim alanında değil her alanda oldukça büyük değişimlere gebe olduğuna bir örnektir. Bu gibi örnekler gündeme geldikçe değinmeye devam edeceğiz.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.