Alper Bilgili’nin “Bilim Ne Değildir?” Kitabından Bazı Pasajlar – 8
Enes Bertuğ, 9 Ekim 2017Bilimin karşısına konumlandırılan din
“Yeni-ateistler sadece bilimi değil, dini de gerçeğe uygun olmayan bir şekilde betimlemiştir. Din, bu resimde bilimin tam karşısına yerleştirilmiş, birey ve topluma zararlı bir kurum olarak tasvir
edilmiştir.
Dinlerin Kökeni Üstüne
Şengör’ün bilimi dine karşı ve onunla çatışan bir kavram olarak tanımladığından bahsetmiştik. Dinlerin insanlar tarafından yaratıldığından emin olan Şengör’e göre bu gerçek ortadayken iyi eğitim almış bir insanın dinleri ciddiye alması kabul edilemez. Şengör, bu noktada dinlerin uydurulduğu ile ilgili somut kanıtlar sunmak, bu konuda referans kaynaklar vermek yerine ilginç bir strateji izler ve aynı cünleleri iddialı bir şekilde tekrarlama yoluna gider. “Dünyanın din kitaplarında yazdığı gibi yaratılmadığını kesinlikle biliyoruz.. Bu kitapların her şeye kadir bir tanrıdan gönderilmedikleri kesindir.” Şengör’ün bu iddialı ve bol “kesin”li ifadelerini delillerle destekleyip desteklemediğini inceleyelim.
Eski tezlerin yeniden sunumu
Şengör, dinlerin ortaya çıkışıyla ilgili tartışmada, isimlerini zikretmese de ilk dönem sosyologlarının ve antropologlarının bugün hayli tartışmalı olduğu düşünülen tezlerini savunmaktadır. Bu tezler, dinlerin ortaya çıkışını açıklamak için bugün “ilkel” olarak kabul edilen topluluklara bakmakta, boş kalan yerleri spekülasyona açık yorumlarla doldurmaktadır. Şengör, bu tezlerin en ünlülerinden olan , Comte’un çok tanrılı dinlerden tek tanrılı semavi dinlere doğru evrilen ve dolayısıyla “insanlar tarafından yaratılan din” görüşünü benimsemiştir. Bu durumda dinlerin ortaya çıkışını bir yıldırımdan korkan “ilkel” insanın cehaletiyle açıklamak mümkündür. Yıldırımın düştüğünü gören “ilkel” insan, bunu bir gücün öfkesine bağlamış, onu ve onun gibi güçleri yatıştırmak için ona dua etmiş, böylece dinleri uydurmuştur. Bu görüş, literatürde “boşlukların tanrısı” olarak adlandırılan Tanrı fikrini akıllara getirecektir. Bu görüşe göre, Tanrı fikri, bilgi eksikliğimizin bir sonucudur. Bu görüşü benimseyen düşünürlere göre bilimsel bilginin artması ile Tanrı’ya olan ihtiyaç yok olacaktır. Örneğin Büchner, dine inancın bilgi eksikliğinden kaynaklandığını, bilimin açıkladığı konularda dinlerin yanlışlandığını ve terk edildiğini iddia eder. Ona göre, astronomi ve jeoloji gibi doğa bilimlerinin verileri neticesinde insanlar dinlere ihtiyaç duymadıklarını göreceklerdir. Benzer bir şekilde, Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği adlı çalışmasında dinin bilim karşısında güç kaybettiğinden ve kaybedeceğinden bahseder:
… bilimin ilerlemesi karşısında kaleler birbiri ardından teslim olur, sonunda doğanın tüm sonsuz alanı fethedilir ve onda yaratıcı için artık bir tek yer kalmaz.
Kuşkusuz bu iddia da “korkuluk safsatası” diye bilinen hatalı akıl yürütmeye güzel bir örnektir. Şengör, diğer yeni-ateist yazarların da sık sık başvurduğu bu taktiği kullanarak, dinleri olabilecek en sığ ve absürt şekilde resmetmeye çalışmaktadır. Bu resimde, din, insanın cehaletinin bir sonucu olarak gösterilirken, bilgilerinin artması sonucunda Tanrı hakkında daha fazla bilgi edinebileceklerine inanan bilim insanlarına ve düşünürlere yer verilmez.
Örneğin bu literatürde Darwin’e bilimi sevdiren, onu bilim insanı olmaya yönlendiren eserlerden birisi olan ve Tanrı’nın sanatının yeryüzündeki izlerini bulmaya çalışan Bridgewater İncelemeleri‘nden bahsedilmez. Yine Şengör, eserlerinde övgüyle bahsettiği modern jeolojinin ve paleontolojinin kurucularından William Buckland’in jeoloji gibi doğa bilimlerinin verileri ile Tanrı’nın varlığını ispatlama gayesiyle iki ciltlik Jeoloji ve Mineralojinin Doğal Teoloji Işığında Değerlendirilmesi isimli bir eser kaleme aldığından söz etmez.
Dahası, Türkiye’nin en etkili popüler bilim yazarı Şengör, Auguste Comte’un, Durkheim’ın ve Freud’un dinin kökeni ile ilgili bir-iki asır önce kabul görmüş ancak uzun süredir önemli eleştirilere maruz kalan teorilerini sorgulamadan kabul ederek literatürdeki gelişmelerden haberdar olmadığını göstermiştir. Oysa sonraki dönem antropologlarının gösterdiği ve Edward Evans-Pritchard’ın da dikkat çektiği gibi, dinin kökenine ilişkin bu teorilerin , teorisyenlerinin ideolojik ajandalarından, bilhassa Hristiyanlığa karşı tutumlarından bağımsız değerlendirilmeleri doğru değildir. İlk dönem sosyolog ve antropologları, yoğun pozitivist eğilimlerinin etkisiyle inceledikleri toplumlarda görmek istediklerini “görmüş”, antropolojinin farklı yorumlara olanak tanımasından da faydalanarak dinlerin ortaya çıkışı ile ilgili teorilerine “kanıtlar” sunmuşlar, daha doğrusu yaratmışlardır. İlginç olan, bazen dinlerin ortaya çıkışlarıyla ilgili bu iddialarda bulunan antropolog ve tarihçilerin aynı zamanda o döneme ait bilgimizin çok kısıtlı olduğunu kabul etmeleridir. Örneğin Sapiens kitabının yazarı Harari, bir yandan dinlerin insanlar tarafından nasıl yaratıldığını detaylıca aktarırken bir yandan da o döneme ait bilgilerimizin ne kadar kısıtlı olduğunun altını çizer:
“Arkaik ruhaniliğin özelliklerini tasvir etmek için girişilecek her çaba çok spekülatif olacaktır, çünkü elimizde neredeyse hiç kanıt yok ve olanlar da (bir avuç eşya ve mağara resimleri) binlerce değişik şekilde yorumlanabilir. Avcı toplayıcıların nasıl hissettiklerini bildiğini iddia eden akademisyenlerin teorileri, Taş Devri dinlerinden ziyade bu kişilerin kendi önyargılarına ışık tutar… Küçük bir tepe sayılabilecek mezar kalıntılarının, mağara resimlerinin ve kemik heykelciklerin üzerine koca teoriler inşa etmek yerine, samimi olup eski avcı toplayıcıların inançları üzerine son derece belirsiz bir kavrayışımız olduğunu itiraf etmek gerekir.”
Peki elimizde neredeyse hiç kanıt yokken ve kanıt saydığımız şeyler de binlerce değişik şekilde yorumlanabilecekken nasıl oluyor da insanların dinleri nasıl yarattıkları konusunda bu kadar kesin açıklamalar yapabiliyoruz? Sorunun cevabını yine Harari vermektedir. Bu teoriler gerçeği yansıtmaktan ziyade sahiplerinin önyargılarını yansıtmaktadır. Kuşkusuz bu gözlem, Edward Evans-Pritchard’ın ilk dönem antropologlarının ve sosyologlarının özelde Hristiyanlığa genelde de İbrahimî monoteist dinlere karşı önyargılarını teorilerine taşıdıkları yönündeki iddiasını destekler niteliktedir.
Dahası ilk dönem antropologlarının gözlemleri doğru kabul edilseydi de buradan yola çıkarak monoteist dinlerin insan icadı olduğu ile ilgili bir çıkarımda bulunmak hatalı olurdu. Bugün Avustralya’da yaşayan “ilkel” bir topluluğun, yıldırımdan korkarak bunları doğaüstü güçlerle ilişkilendirdiklerine şahitlik ettiğimizi varsayalım. Bu, bize insanın doğası ile ilgili bir bilgi verebilir. Bu eğilime bakarak insanların doğa ile ilgili korkularının bulunduğu, bu korkuları kendileri gideremedikleri için doğaüstü güçlere sığınma ihtiyacı hissettikleri iddia edilebilir. Nitekim Freud da insanların doğa karşısındaki çaresizlikleriyle başa çıkmak için doğaya anlamlar yüklediklerini, böylece dinleri yarattıklarını iddia eder. Ancak, doğaya karşı duyulan korku ile doğaüstüne yönelme arasındaki ilişkiye yönelik gözlemler doğru da olsa, buradan yola çıkarak dinlerin uydurulduğu iddia edilemez. Tanrı, pekala, insanları kendisine yönelerek rahatlatacak şekilde yaratmış olabilir. İnsanların Tanrı’ya inanmaya ihtiyaç duyacak bir donanımda olması, Tanrı’nın yokluğunu veya dinlerin uydurulduğunu göstermez. Tersine, bir inanan, Tanrı’nın dininden kendisine belli bir psikolojik rahatlama ve huzur sunmasını bekler. İbrahimî dinlere göre, Tanrı insanları kendisine yönelince rahat ve huzur bulacak şekilde yaratmalıdır ki insanlar kırılgan olduklarını hissetsinler, kendilerini yeterli görüp Tanrı’dan uzaklaşmasınlar ve neden bu dünyada olduklarını hatırlasınlar. Dolayısıyla Tanrı, insanları böyle bir donanımla yaratmış olabilir. (ki bu da O’nun farklı dalgaboyunda bir merhamet yansıması olarak değerlendirilebilir)
Böylece insan, biyolojik ve psikolojik açıdan dinlerin mesajını dikkate almaya hazır hale getirilmiş olabilir. Özetle, insanların çaresizlikleri sonucunda Tanrı’ya yönelmelerinden hareketle dinlerin ve Tanrı’nın insan icadı olduğuna yönelik bir argüman geliştirilemez.”
1 Ekim 2017
24 Eylül 2017
17 Eylül 2017